Restorasyon Forum

Hoşgeldiniz Ziyaretçi. Lütfen giriş yapın veya kayıt olun.

Restorasyon Forum - Reklam Alanı

Gönderen Konu: Hat Sanatı  (Okunma sayısı 8947 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Dilara
  • Yeni Üye
  • *
  • İleti: 23
  • Cinsiyet: Bayan
Hat Sanatı
« : 18 Şubat 2009, 08:38:58 »
HAT SANATI
Hat sanatı denilince Arap harfleri çevresinde oluşmuş güzel yazı sanatı akla gelir.Bu sanat Arap harflerinin 6-10. yüzyıllar arasında  geçirdiği uzunca bir gelişme döneminden sonra ortaya çıkmıştır.


Taş, tuğla,çini,ağaç,maden ve tekstil üzerinde yazı, çok önemli bir yer aldığı gibi mimaride de ön planda gelmektedir.Böylece yazı,Türk sanatının her sahasında en iyi değerlendirilen ve mimariye hayat veren bir unsur olmuştur.Köşeli  yazıları kufi yuvarlak yazılar, sülüs ve nesih adı altında toplanır.Çiçekli örgülü kufi denilen süslü yazılar da Selçuklular zamanında çok yayılmıştır.

Kalın ve köşeli harfler parşömen üzerine yazılan ve kesin bilgi olmamakla beraber Kufe şehrinden çıktığı ileri sürülen kufi yazı üçe ayrılabilir.İlk Kur’an’larda görülen kufi kalemle yazılan ,sade,iptidai bir şekildir.Sure başlıklarında tahta ve maden oymalarda görülen ikinci kufide harfler çıplak olmakla beraber süslemeli bir zemin üzerine yazılır.Üçüncü kufi en olgun fakat en çok süslenmiş yüklü bir yazı şeklidir,eski Türk mimarisinde çok kullanılmıştır.Kufi yazının  karşılığı, hicretin ilk yıllarında onunla yaşayan nesih ve sonraki sülüstür. XVI. y.y. dan sonra kufi yazı ölmüştür denilebilir. Bu zamanda sülüs yazının parlak gelişmesi başlamıştır.Sülüs yazı da nesih, sülüs ve celi olarak üçe ayrılır. Nesih, sülüsün temelidir. Kur’an ve diğer kitaplarda elde okunacak diğer eserlerde kullanılır. Sülüs yazı kufi’nin geometrik köşeli karakterlerine karşı pek az düz hatlarla yuvarlak bir yazıdır. Celi, nesih ve sülüsten sonra gelen büyük, iri yazı demektir. Fakat sülüs yazının büyütülmesi ile celi yazı olmaz, anatomisi, yapısı başkadır. Dini yapılarda kullanılan bir yazı şeklidir.

Türkler X. y.y. dan itibaren kendi istekleri ile  Müslümanlığı kabul edince, Kur’an’la birlikte Arap harflerini almış, fakat bunu estetik bir yazı haline getirmişlerdir.Arap sülüs ve celileri kufi yazı gibi bir süsleme sanatı halinde iken Türklerin elinde yazının kendisi bir sanat yüksekliğine varmıştır. Kur’an’ın bir sanat eseri olarak  yazılması, İstanbul’da Türklerle gerçekleşmiştir.

Sonuncu Abbasi halifesi Musta’sım’ın katibi olan Türk hattatı Amasyalı Yakut’un eğri kesilmiş kalem ucu ile nesih, sülüs ve celi yazıya XIII. y.y. ortalarında şekil vermesi, yeni bir yazı üslubu ortaya koyması bunun başlangıcı olmuştur.Araştırma safhasında ve doğuş halindeki nesih yazı Yakut elinde esas karakterini,özyapısını bulmuştur.Klasik düzen Yakut’un elinde doğan nesih yazıdan gelmiştir.Belirli bir değişiklik olmadan yüzyıllarca aynı şekilde yazılan sülüs de onun tarafından adeta bir anatomi araştırması gibi ele alınarak bütün incelikleri ile en uygun ve tatmin edici bir üslup haline getirilmiştir.Böylece Yakut ile klasik bir sanata yükselmiş olan sülüs, celi yazının esası olmuş, celi yazı da Yakut ile ilk şeklini almıştır.Yakut Aklam ı Sitte denilen altı çeşit yazının bütün kaide ve özelliklerini ortaya koyarak Türk yazı sanatının temellerini atmıştır.

Bundan sonra, Osmanlılara kadar önemli bir değişme olmadı.XV. y.y. da yine Amasyalı olan Şeyh Hamdullah, altı çeşit yazıyı ele alarak klasik Yunan ve Rönesans sanatında insan vücudunun anatomik nispetler üzerinde tasvir edilmesine benzer bazı esaslarla sağlam temeller kurmuştur. Bundan sonra Hamdullah hattatların kıblesi unvanını alarak bütün İslam ülkeleri hattatlarının üstadı olmuştur.Kendisi daha Sultan Beyazıt II.nin şehzadeliği zamanından beri hocası idi. Yazı yazarken hokkasını tutacak kadar ona hürmet gösteren sultanının bir gün: diyar ı Arap’ta ve Mülk ü Acem’de benzeri olmayan bize has bir yazı yazmak mümkün olmaz mı?, demesi üzerine Şeyh Hamdullah kırk gün kimse ile konuşmadan altı yeni üslupta yazı şekli, “Aklam ı Sitte” yi meydana getirmiştir. Yakut da yeni doğmakta olan araştırma safhasındaki nesih, Şeyh Hamdullah ile klasik bir olgunluğa kavuşmuştur. Yakut da henüz bir ağırlık, cansızlık ve dağınıklıktan kurtulmamış olan Nesih yazıya bir olgunluk, canlılık ve hayatiyet gelmiştir. Yakut da tek kelimelerin belirdiği yazılar, satırlar halinde, akıcı bir bütünlük kazanmıştır. Yakut’un şekil vermiş olduğu sülüs yazı, Şeyh Hamdullah’ın elinde tamamen Türkleşmiş ve estetik bir zenginlik kazanmıştır. Yakut’un harflerindeki haşinlik, yayvanlık ve kütlüğü yumuşatarak, yazının tam ve kesin kaidelerini koymuştur. Sülüs yazı geriye doğru nesih, ileriye doğru celi yazıyı doğurmuştur denilebilir.Yakut’un kurmuş olduğu celi yazı da Hamdullah klasikleştirmiştir. 1519’da, İstanbul’da ölen Şeyh Hamdullah, Karaca Ahmed mezarlığında yatmaktadır. İstanbul Beyazıt Camii’nin cümle kapısındaki kitabe ve şadırvan avlusunun kapısı üzerindeki celi yazı ile Amasya Sultan Beyazıt Camii kitabesi onundur. Birçok Kur’an, En’amlar ve yüzlerce başka yazı onun elinden çıkmıştır. Osmanlı yazı sanatının klasik yolunu gösteren Şeyh,yüzyıllar boyunca ve günümüze kadar etkisini kaybetmemiştir.

XV. y.y. da Fatih devrinde yetişen Ali bin Yahya Sofi, daha eski bir hattat olmakla beraber, Şeyh’le mukayese edilemez. İstanbul Fatih Camii kitabesi ile Topkapı Sarayı’nda Bab ‘ı Hümayun kitabesini yazan bu hattat, Musanna’ denilen karşılıklı yazıda çok başarılıydı. Şeyh Hamdullah ile aynı yüzyıl içinde Ahmed Karahisari celi yazıyı geliştirmiştir.Fakat Yakut ve Şeyh Hamdullah’ın bulduğu değerler dışında sadece şekillerin nispetleri değişmektedir. Karahisari Kirmanlı Esedullah’i, imzalarında hocası olarak gösterir. Fakat Yahya Sofi’nin onun ilk üstadı olduğu da söylenir. İstanbul Süleymaniye Camii kubbesindeki celi yazının sahibi olan üstat Karahisari, altı çeşit yazıdan Reyhani ve muhakkak cinsleri üzerinde çalışarak kendi tarzında bir üslup, Aklam ı Sitte meydana getirmiştir. Onun üslubu da Amasyalı Yakut’tan gelmedir fakat Yakut’tan daha da güzel yazmıştır denilebilir. Nesih ve sülüs yazıda da kuvvetli bir üslubu vardır. Kanuni Sultan Süleyman için yazdığı tezhipli şahaser büyük Kur’an ı Kerim, XVI. y.y.ın bir abidesidir (İst. Topkapı Sarayı Müz.). Çeşitli şekilde besmeleleri ayrı bir tablo gibidir. Müselsel besmeleleri ilk defa Türk yazı sanatına getirmiştir.

Süleymaniye Camii’nin tamamlandığı 1556 yılında 90 yaşlarında ölmüş, sakin hayatını geçirdiği Sütlüce dergahı haziresine gömülmüştür.

Karahisari, altı talebe yetiştirmiş olup, bunlardan manevi evladı Hasan Çelebi başta gelir. Süleymaniye Camii’nin uzun tarihi kitabesi, Piyale Paşa Camii’nin celi yazıları onun eseridir. 1594’de ölünce, Karahisari’nin yanına gömülmüştür. Ahmed Karahisari’nin müstesna üslubu, Osmanlı yazı sanatının gelişmesinde başlıbaşına ve ayrı bir safha olarak kalmış ve yolu takip edilmemiştir.

Osmanlı Hattatları Şeyh Hamdullah’ı benimsediklerinden asıl Osmanlı üslubu ondan gelişmiştir. XVII. y.y. da Türk yazı üslubu, 1642’de İstanbul’da doğan Hafız Osman’la yeni bir yükseliş devrine girmiştir.Eyüplü Suyolcuzade Mustafa Efendi’den sülüs ve nesihden icazet (diploma)almıştır. Hafız Osman’da nesih yazı gelişmiş ve sadeleşmiş olup, daha kolay kavranan bütün bir satır halinde görünür.Şeyh Hamdullah da araları sık olduğu halde kelimeler ayrı ayrı, Hafız Osman’da ise kelimelerin arası seyrek olmakla beraber, satır bütün halinde kavranır. Olgunluk devri nesihleri o kadar kuvvetlidir ki, bunlara kıvılcımlı nesih denir. Şeyh Hamdullah’ın yarattığı klasik sülüs yazıyı Hafız Osman sonuna kadar geliştirip aynı zamanda daha fazla bir akıcılık, ferahlık ve canlılık kazandırmıştır. Onunla yazıya kıvrak bir dinamizm geliyor. Yakut Şeyh Hamdullah ve Hafız Osman, nesih ve sülüs yazının ana devirlerini yaratmışlar daha sonraki hattatlar son ikisini büyük üstat olarak tanımışlardır.Klasik kalıpları dağıtarak yazıda bir serbestlik ve hürriyet sağlayan Hafız Osman, sülüs ve nesihten Şeyh’ten sonra en büyük üstat olmuştur,bunun üzerine diğer hattatlar onun yazısını benimsemişlerdir.1695’te Sultan Mustafa II.ve Şehzade Ahmed III.ün yazı hocası olmuştur.1698’de, 56 yaşında iken ölmüş Koca Mustafa Paşa’da, Sümbül Efendi Tekkesi haziresine gömülmüştür. Hayatı boyunca 25 Kur’an ı Kerim pek çok En’am suresi, Murakka,sayısız kıt’a ve karalama (eskiz) yazmış Türk hattatları içinde ilk defa Hilyeyi (Hazreti Peygamber’in yazı ile tarifi levhası) levha (tablo) şekline koyan kendisi olmuştur. Taş basması ile çoğaltılan Kur’an ları ile şöhreti Hindistan ve Endonezya’ya kadar bütün İslam dünyasına yayılmıştır. 1682’de, 40 yaşında iken yazdığı Kur’an aslına uygun olarak 1967’de İstanbul’da basılmıştır.Yetiştirdiği  pek çok hattatlar içinde Yedikuleli Seyit Bey ile (ölm. 1731) Giridli Mehmed (ölm. 1751) Yusuf Mecdi (ölm. 1721) başta gelenlerdir ve XVIII. y.y. ortasına kadar onun yolunu,üslubunu kuvvetle devam ettirip sonraki nesillere maletmişlerdir. Sonraki hattatlar Şeyh ile Hafız Osman’ı iki büyü üstat olarak tanımışlardır.XVIII. y.y. sonunda Ünyeli İsmail Efendi, çok tanınmış, hatta yazılarını Şeyh Hamdullah’a maledenler bile olmuştur. Fakat onun en büyük hizmeti, küçük kardeşi Mustafa Rakım Efendi’ye yetiştirmesi olmuştur.Aynı zamanda ressam olan Rakım, celi yazıda devrim yapan dahi bir hattattır. Uzak etkiye dayanan celi yazıyı bir resim gibi görmüş, damalı çizgilerle yazma usulünü bulmuştur. Hafız Osman’ın sülüs ve nesih yazıda yarattığı gelişmeyi Rakım celi’de gerçekleştirmiştir.

Yakut’un kurmuş ve Şeyh Hamdullah’ın klasikleştirmiş olduğu celi yazının onların elinde aldığı şekillerden sonra yalnız nispetler üzerinde değişmeler olmuş, ancak Mustafa Rakım büyük bir yenilik getirerek geliştirdiği celi yazıya canlılık, dirilik ve hayatiyet kazandırmıştır. Onun celilerinde farklı biçimler aynı duruş ve özelliklerle mütemadiyen değişen harfler görülür. Çok az hareket ve süs kullanarak celi yazının kendi sanat değerini yükseltmiş, şekilcilikten kurtararak klasik devrin kalıplaşmış harflerine bağımsızlık kazandırmıştır. Her yazıda harfleri başka türlü düşünürdü. Rakım, istif bakımından da bir dahi olarak görülür. İstif belli bir yüzeye harfleri, kelimeleri, satırları ahenkle yerleştirme sanatıdır. Birbiriyle en çok uyan şekilleri belirtip kaynaştırarak pürüzsüz bir ahenk akış yaratmaktadır. Mimari eserlerde kitabeyi belli bir yüzeye sığdırmak, büyük sanat gücü isteyen zor problemdir. Bozuk bir istif, akortsuz bir müzik gibi insanı rahatsız eder. Celi yazı Rakım’la ve ondan sonraki hattatlarla Osmanlılarda esas karakterini bulmuştur. Bu yazılar, bir tablo gibi bazen aylarca süren çalışmalardan sonra meydana gelirdi. Canlı bir güzellik anlayışının büyük mümessili Rakım, en çok taklit edilen hattat olmuş, onun gibi çalışanlar çoğalmıştır. Mustafa Rakım’ın karşısında büyük bir hattat Mahmud Celaleddin (ölm. 1829) kendisi kadar ustalıkla yazan eşi ve talebesi Esma İbret’le birlikte yeni bir üslup ortaya koymuş fakat birkaç talebesinden başka takip eden olmamıştır. Hafız Osman’daki hayatiyet onda bir durgunluk haline gelmiştir. Rakım’ın canlı ve hayat dolu yazıları yerine Mahmud Celaleddin’de durgun bir güzellik vardır. Sülüs ve bilhassa celi yazılarında yalçın kayalıklarının yalnızlığına benzer haşin ve sert bir üslup sezilir. İstif bakımından da Rakım’dan ayrı bir görüşe sahiptir. Rakım’dan sonra celi yazıda bir çok hattat pürüzsüz güzel eserler yaratmış olmakla beraber, onun dehasını tam olarak devam ettirememişlerdir. Yalnız bunlar arasında, Anadolu Kazaskeri ve musikişinas Mustafa İzzet, ayrıca üzerinde durmaya değer. Rakım’ın celi yazısındaki gerginlik, Kazasker Mustafa İzzet Efendi elinde yumuşaklık kazanmıştır. Ayasofya’daki büyük levhalar onun eseridir. Fakat Rakım’dan çok Celaleddin’in yoluna bakmıştır. Daha sonra celi yazıda kendini gösteren Hattat Sami, Rakım yolunda yazmak için çok gayret göstermiş ve başarı sağlamıştır.

Talik denilen yazı cinsi de Osmanlılarda çok ileri gitmiştir. Elde bulunan eserlere göre talik yazı, XII.y.y. da başlamış gibi görünüyor. XV. y.y. başında Azerbeycan’lı bir Türk Tebriz’li Mir Ali, klasik bir üslup yaratmış, bundan sonra talik derhal Osmanlılarda yayılarak Türk Taliki denilebilecek zarif bir üslup meydana gelmiştir. Bu yazıda Mir Ali gibi bir yaratıcı olmamakla beraber, en çok kendini gösteren İmad el Hüseyni, onun sınırları içinde İran Talikini en olgun üsluba ulaştırmıştır. Fakat İstanbul’da yetişen 1769’da ölmüş olan Katipzade Mehmet Refi Efendi haklı olarak İmad el Rum adını almış olup esasını bozmadan Talik yazıyı tam manası ile Türk zevkine uydurmuştur.Yine XVIII. y.y. da yetişen büyük Talik üstadı Mehmed Esad Yesari, bu sanatta çok ileri giderek eşsiz eserler vermiştir. İstanbul’un her köşesinde onun bir kitabesi ve bir çok evlerde levhaları görülür. Oğlu ve talebesi Yesari zade Mustafa İzzet, onun izinde yürüyerek Türk talikini en yüksek noktasına eriştirmiştir.Sonradan gelen hattatlar,talik yazıda sadece onun yolunda yürümüşlerdir.

Talik, İstanbul’da alimlerin yazısı olmuş,edebiyat eserleri,divanlar,şiir kitapları,vs. bununla yazılmıştır.  XVIII.y.y.a kadar sülüs ve nesihle yazılan kitabeler, bundan sonra, bazı bina, sebil, çeşme ve mezar taşlarında, ince ve kalın olarak talikle yazılmaya başlamıştır.

Osmanlıların resmi devlet yazılarından biri de Siyakat’tir.Yalnız mali kayıtlar için kullanılmıştır. XV.y.y.dan beri görülen Siyakat asıl XVI.y.y.da gelişmiş olup okunması güç bir yazıdır. Siyakat’le okuyup yazmak, mümarese işi olduğundan mali defterleri ancak ilgililer takip edebilmiş, diğerleri için bu yazı az çok bir sır gibi kalmıştır.

Osmanlılarda kullanılan ve tamamıyla Türk eseri olan Divani yazı, yalnız ferman, menşur, berat gibi sultan iradelerini yazmakta kullanılmıştır. Birbirine yapışmış olan bu orijinal yazı, fermanlar üzerine sonradan değişiklik yapılmasını önlerdi.

Yine bir Türk yazısı olan Rika’ en kolay ve çabuk yazılan bir iş yazısıdır.

Osmanlılar Kufi yazıyı da kullanmışlardır. XV.y.y.da tahta oymalar üzerinde, camilerin kalem işlerinde, tezhipli baş sayfaların ortasında tezyini mahiyette kufi yazı görülür. XVI.y.y.da orijinal şekilde ve büyük başarı ile Kufi yazanlardan biri de Karahisari olmuştur. Sonraları Kufi yazı yavaş yavaş ortadan çekilmiştir.

Yazı, başlıbaşına bir sanat olduğu gibi dekoratif sanatların zenginleştirilmesinde ve mimari abidelerde çok büyük bir rol oynamıştır. Abidelerden ve sanat eserlerinden yazıyı tamamen çıkaracak olursak, bunların pek fakir bir manzara göstereceği şüphesizdir.
Mimarlar yanında hattatlar da büyük abidelerin yazıları için,nesiller boyunca sanatlarını göstermişlerdir. X.y.y.dan itibaren, her devirde meydana gelen mimari abideler, yazı ile aynı bir mana ve zenginlik kazanmıştır.

Yazı Türleri

Hat sanatının doğduğu dönemde ortaya çıkan altı tür yazı ile İranlıların bulduğu talik dışında başka birçok yazı türü daha vardır. Bunların bir bölümü fazla yaygınlaşamamış, bir bölümü de belli alanlarda kullanılmıştır. Örneğin Türklerin geliştirdiği divani yazı yalnızca Divan-ı Hümayun’da yazılan önemli belgelerde, yazılması ve okunması özel eğitim gerektiren Siyakat ise mali kayıtlarda kullanılmıştır. Kolay yazıldığı için günlük yaşamda yaygın olarak kullanılan bir yazı türü olan Rika da 19. y.y.’da sanat yazısı durumuna gelmiştir. Rika ile altı yazı türünden biri olan Rika birbirine karıştırılmamalıdır.

Hat sanatında yazılar büyüklüklerine göre de farklı adlarla anılırdı. Duvarlara asılan levhalarda, cami,türbe gibi dinsel yapılardaki kuşak ve kubbe yazılarında, her tür yazıtta kullanılan ve uzaktan okunabilen yazılara iri anlamında celi adı verilirdi. Daha çok sülüs ve talik yazının celisi kullanılmıştır. Alışılmış boyutlardan daha küçük harflerle yazılan yazılara hurde, gözle kolay seçilemeyecek yazılara da gubari (toz) denilirdi.

Yazı Araç Gereçleri

Hat sanatında da yazının temel aracı kalemdir. Hat sanatınsa kalem olarak daha çok kamış kullanılırdı. Kamışın ucu yazılacak yazının kalınlığına göre makta denilen sert maddelerden yapılmış altlığın üstünde eğik olarak tutulur ve kalemtıraş olarak adlandırılan özel bir bıçakla yontulurdu. Celi yazılar ise ağaçtan yapılmış kalın uçlu kalemlerle yazılırdı.Çok ince yazılar için madeni uçlar da kullanılmıştır. Hat sanatında kullanılan mürekkep de özel olarak hazırlanırdı.Yağlı isin çeşitli katkı maddeleriyle karıştırılmasıyla elde edilen bu mürekkep akıcı biçimde yazı yazmayı sağlar, yanlış yazma durumunda da kolayca silinirdi.Hat sanatında kullanılan kağıtlar da özeldi. Mürekkebi emip dağıtmaması, kaleme akıcılık sağlaması için kağıtlar ahar denilen bir maddeyle saydamlaştırılırdı.

Hat Eğitimi

Hat sanatıyla uğraşan kişiye ”güzel yazı yazan sanatçı” anlamına gelen ”hattat” adı verilir. Hattatlar yüzyıllar boyu usta-çırak ilişkisi içinde yetişmişlerdir. Hat sanatını öğrenmeye heveslenen kişi bir hattattan ders alırdı. Başlangıçta alıştırma niteliğinde çalışmalara dayanan ve ”meşk” adı verilen bu dersler tek tek harflerin yazılışının öğrenilmesiyle başlar harflerin birleşme biçimleriyle, sözcüklerin ve tümcelerin yazılış tarzlarının öğrenilmesiyle sürerdi. Ortalama üç beş yıl kadar süren  bu eğitimin sonunda hattat adayı iki yada üç hattatın önünde yazı yazarak bir çeşit sınav verirdi. Hattatlar bu yazıyı beğenirlerse altına imzalarını koyarlardı. Buna, başarı ya da izin belgesi anlamına gelen ”icazetname” adı verilirdi. İcazetname almamış kişi hattat sayılmaz,dolayısıyla yazdığı bir yazının altına adını koyamazdı.

Hat Sanatının İncelikleri...

Hat sanatında oranlama, harflerin büyüklüğü, eğim, derinlik, yakınlık, uzaklık ve diğer özellikler, yazının yazıldığı kamış kalemin azına göre büyüklüğü değişen ve kareden biraz büyük olan ”nokta” ile sağlanır. Hat sanatı, kitap yazıları, duvarlara yazılan levhalar dışında, mimarlıkta ve bezeme öğesi olarak kullanılır. Kubbe içlerinde, duvarlarda, çiniler üzerinde, yazıtlarda hat sanatının en güzel örnekleri görülür.

İstifi yazılar, kalıp hazırlandıktan sonra, kenarları delinerek yazılacak kağıt üzerine silkinip yazılırmış. Yazı, kalemin kolay kayması, yanlış yapıldığında düzeltilebilmesi için, değişik yollarla ”aharlanıp mühürlenerek” terbiye edilen kağıtların üzerine yazılmış. Kamış kalem belli biçimde tutularak avuç ayasında açılır ucu ise fildişi, kemik, bağa gibi çeşitli malzemelerden yapılan ”makta” üzerinde kesilirmiş. Hat sanatında kullanılan mürekkep ise isten elde edilirmiş.

Hat sanatında daha çok kamış kullanılmış. Kamışın ucu yazılacak yazının kalınlığına göre ”makta” denilen sert maddelerden yapılmış altlığın üstünde eğik olarak tutularak özel bir bıçakla yontulurmuş. Celi tarzındaki yazılar ise daha çok ağaçtan yapılmış kalın uçlu kalemlerle yazılırmış. Zaman zaman çok ince yazılar için madeni uçlar da kullanılmış. Hat sanatında kullanılan mürekkep ise yağlı isin çeşitli katkı maddeleriyle karıştırılmasıyla elde edilirken, yanlış yazma gibi bir durumda kolayca silinebilir bir özelliğe sahipmiş.
Restoratör
E.Dilara YILMAZ

rosemoon

  • Restorasyon Forum
  • ***
  • İleti: 233
  • Cinsiyet: Bayan
Ynt: Hat Sanatı
« Yanıtla #1 : 26 Haziran 2009, 00:25:36 »
Hat Sanatında Makta - Mürekkep - Hokka

Makta 2-3cm eni,10-20 cm boyu olan, 2-3mm kalındığında kemik veya fil dişi bir plakadır. Bağa ve sedeften yapılan da makbuldür. Kalemin şakk ve katt ameliyesi, cam, mermer yahut maden gibi sert satıhlı yerde yapılırsa kalemtıraşın kesici ağzı zedelenip zamanla kullanılmaz hale gelir. Makta üzerinde, kamış kalemin çapına uygun yive bulunan küçük bir çıkıntı bırakılmıştır. Makta'ın bir ucuna doğru yer alan bu yive , kalemin sap tarafı , sağa sola kaçmaması için tespit edilir;kalemtıraşın keskin ağzı, kalemin boyuna paralel olarak tutulup iç veya dış tarafından kalem şakkolunur, yine yive oturtularak kalemin kattıda tamamlanır. Makta imalini bilhassa Mevlevi dervişler; çakı, mil ve kıl testere yardımıyla ince bir sanat haline getirmişler, eserlerini nakış, çiçek, yazı ve Mevlevi Sikkesiyle süsleyerek, bu aletin pek latif numunelerini ortaya koymuşlardır.

KAĞID

Eskiden kağıdlar bugün olduğu gibi doğrudan doğruya yazı yazabilecek şekilde fabrikadan çıkmazdı. Hariçten (Çin, Hindistan, Buhara, Avrupa...) olsun, yerli imalathanelerden (Kağıdhane, Yalova, Bursa, Beykoz...) olsun ; gelen kağıdlar, pürtüklü ve kalemin yürümesine müsait olmayan bir haldeydiler.


Hatta bazıları mürekkebi yayarlardı. Bunları kullanabilmek için terbiye edilmeleri şarttı.

Umumiyetle beyaz renkte olan bu "ham kağıd" lar gözü yorduğundan önce arzu edilen renge boyanır sonra aharlenir (cilalanır), nihayet aharin kağıda tesbiti ve pürüzlerin giderilmesi için mührelenir, yani tazyikle adeta ütülenip parlatılır.

Kağıdı boyamak için, ekseriya nebatlardan istifade edilmiştir. Renk veren nebati madde kaynatılır o rengi alan su bir tekneye boşaltılır; kağıdlar içine batırılır, suyu emerler. Kurutulunca istenen rengi alırlar. Yahut da bu renkli su bir sünger veya pamuk yardımıyla kağıd üzerine sürülür, sonra kurutulur. Bu usulde sürülme yolları leke gibi belli olabilir. Kağıd boyamakta kullanılan maddelere ve verdikleri renklere birkaç misal: çay (krem rengi,) ,cevizin yeşil dış kabuğu veya nar kabuğu (kahve rengi) , cehri tohumu (sarı), albakkam (kırmızı), mor bakkam (mor), şekerciocağı isi (şekerrengi) , soğankabuğu (kırmızımtırak)...En çok krem renginin tercih edildiği boyama işleminden sonra sıra aharlemeye gelir. Eski usulle cilalanmış kağıd bir koruyucu tabaka teşkil eden ahar, is ile hazırlanan mürekkebi kağıdın bünyesine geçirmeden, kendinde tutar.

Bu hususta en çok kullanılan usul, şapla kestirilmiş yumurta akının kağıd üzerine 1-2 kat süngerle sürülmesidir. Aharlenen ham kağıd , eğer bir hafta içinde mührelenmezse, daha geç yapılacak mühreleme işlemi sırasında çatlamaya başlar, kağıdın terbiyesi için verilen emekler boşa gider. Mührelenecek kağıdlardan bir tabaka ,mühre tahtası veya pesterk denilen, damarsız olduğu için ıhlamur ağacından hazırlanması tercih edilen büyükçe bir tahta üzerine konulur. Tahtanın çok düzgün, içe hafif kavisli ve eksiz olması şarttır. Mührenin rahatça kayabilmesini sağlamak maksadıyla kuru sabuna sürülmüş bir çuha parçası, mührelenecek kağıdın üzerinde gezdirilir. Sonra çakmak mührenin tahtadan yapılmış iki kolundan tutularak, çıkıntılı taraftaki çakmak taşı alta gelecek şekilde, kağıda tazyikle sürülmeye başlanır. Kağıd serbest bırakılarak mühre ileri geri muhtelif istikametlerde hareket ettirilir. Kağıt hemen pırıl pırıl parlar ve ütülenmişçesine düzelir. Mührelenen kağıdlar üst üste konularak ağırlık yardımıyla baskıya alınırlar. Bir yıl kadar dinlendirildikten sonra kalemin rahatça yürüyüp yazabileceği bir hale gelirler.

MÜREKKEP

İS MÜREKKEBİ

Tarihimizde ve bilhassa Hat sanatında kullanılan iş mürekkebinin, Çin, (veya Galat: çini) mürekkebiyle karıştırmamalıdır. Bu mürekkebinin yapılışı ve kullanılma yerleri çok ayrıdır. İs mürekkebinin terkibindeki is, yapılınca is veren bezir yağı, balmumu, neft yağı, gaz yağı gibi maddelerden elde edilir. Çıradan veya zeytinyağından çıkan is, çok yağlı olduğu için makbul sayılmaz. İs mürekkebinin terkibine giren ve onu kağıd üzerinde tespit eden arapzamkıdır. İs mürekkebi yapmak için pek çok formüller yazılı olarak devrimize kadar gelmiştir. Bu mürekkebin hazırlanış tarzı zamanla değişmiş ve nihayet en gelişmiş terkibin "İs, zamk eriyiği ve saf su" dan ibaret olduğu görülmüştür. Sanat eserlerini yazmak üzere kullanılan mürekkep, kendi kendine kurumaya terkedilirdi.

Resmi yazıların kurutulması için yazının üzerine rıh (veya rik) denilen bir çeşit ince kum dökülürdü.



Geçmiş yüzyıllarda okuryazar zümrenin hokka içinde daima yanında taşıdığı is mürekkebinin zamanla hiçbir surette solmadığından, Batı usulü mürekkebe karşı çok üstünlüğü vardır.

Bugünkü kalem sisteminde kullanışlı olamaz: Kamış kalem için mükemmeldir. Modern çağda çıkan siyah boyaların hiçbiri onun yerine konamaz. Çünkü bu mürekkep bir is süspansiyonudur. Yani is parçacıkları erimeden zamkın yardımıyla suda asılı kalmışlardır. Aharli kağıda yazıldığı vakit satıhta kalır, silinip kazınmaya, hatta yalanmaya elverişlidir. Bu ise, eski sanat yazılarımız için gerekli olup okumuş yazmış kimseler hakkında kullanılan "fazla mürekkep yalamış" tabiride buradan gelir.



RENKLİ MÜREKKEBLER

Tarihimizde hayli değişik renklerde mürekkep yapılmışsa da, en ziyade kullanılanları sarı (zırnık), kırmızı (lal), beyaz (üstübeç), ve altın (zer) mürekkepleridir.



Zırnık Mürekkebi : "Zırnık" adıyla bilinen tabiattaki sodyum ve arsenik sülfürün zahmetlice ezildikten sonra arap zamkı mahlulu ile karıştırılması, sarı renkli bu mürekkebi verir.

Lal Mürekkebi : Lotur + Şekerci çöğeni + şap + su muayyen nisbetlerde karıştırılıp kaynatıldıktan sonra suyu alınır ve bunun içine "kırmızböceği" nin kurutulmuşu, iyice dövülerek ilave edilir. Tekrar kaynatılmakla elde edilen lal mürekkebinin, pek cazip kırmızı rengi vardır.

Üstübeç Mürekkebi : Zırnık yerine üstübeç kullanılarak, aynı usulle yapılır. Bilhassa mushafların süre başlıklarını, altın zemin üstüne yazmakta kullanılır.

Altın Mürekkebi : Hususi surette dövülerek mikronla ölçülecek kadar inceltilmiş yüksek ayarlı altın varaklarının koyu arap zamkı mahlulu veya bal yardımıyla bir çini tabakta uzun emekle ezilmesi ve suyla yıkanıp süzülerek bir başka tabağın dibinde toplanması, bize bu mürekkebin esası olan altın zerrelerini verir. Kullanılacağı zaman jelatinli su ilavesiyle ve fırçasıyla kamış kalemin ağzına sürülüp yazılır; Zer-endüd (sürme altın) yazıların esası budur.


HOKKA

Küçük Kutu" manasına gelen Arapça bir kelimedir. Yazı yazmak için kamış kalem ve is mürekkebinin kullanıldığı devirlerde, yazı takımlarında veya yazı çekmecelerinde Yazı yazmak için kamış kalem ve is mürekkebinin kullanıldığı devirlerde, yazı takımlarında veya yazı çekmecelerinde hokka olarak okur-yazar zümrenin üzerinde taşıması için ise divit şeklinde mutlaka bulunan mürekkep hokkası, kültür hayatımızın en mühim unsurlarından biriydi. Madeni hokkalar, müstakil olmaktan ziyade, içine kamış kalemlerin konulduğu kubur denilen, silindir biçimindeki kalemdanların dip yanına çıkıntılı olarak tutturulurdu. Eski hokkalara mürekkep doğrudan doğruya konulma; Lika denilen ham ipekten bir tutam, hokkanın içine yerleştirilip de mürekkep bunun üzerine dökülürse, lika, mürekkebi sünger gibi emer ve kalemin hafifçe likaya bastırılmasıyla, lüzumu kadar mürekkebi kalemin ağzını bular.

MİSTAR

Yazı sanatında yer alan harf veya harfler topluluğunun satır içinde duruşu ve belli bir çizgi hizasında dizilişi, bir takım kaidelerle belirlenmiştir. Latin alfabesinde de bu böyledir. Tarihimizde satır çizgilerini belirtmeye yarayan ve mıstar (satırlık) adıyla tanınan bir basit alet benimsenmiştir.

Yazma eserin tertibinde, yazının kaplayacağı sahadaki satır düzeni bu maksat için kullanılacak kamış kalemin nokta boyutuna göre hesaplanır ve sahife büyüklüğünde bir mukavva üzerine çizgiyle tespit edilir; satırın başı ve sonu iğne ile delinir.



Mıstar'ın kullanılması şöyle olur. Aharlenmiş kağıdların her bir tabakası sahife düzenine göre mıstarın üstüne yerleştirilerek, henüz yıkanıp yağdan arındırılmış parmaklar,ibrişinin kabarıklığıyla hissedilmekte olan satır çizgileri üzerinde dolaştırılırsa, bunların izi kağıda çıkar ve metinler bu çizgi izine göre yazılır.

YAZI ALTLIĞI

Eski hattatlar sandalyede oturup masa üzerinde yazmazlar, sedir veya mindere yerleştikten sonra, sağ dizlerini dikerek onun üstünde yazarlardı. Bakış açısının 90 derece olarak muhafazası ve kağıdın dizde düzgün durabilmesi, eskilerin zır-I meşk (meşk altı) dedikleri takriben 20*25 cm ebadında kaba kağıdların üstüstte tutturulmasıyla hazırlanan bir altlığın diz üstüne konulmasına bağlıdır. Sert bir satıh kullanılmayışı, ele serbest bir hareket imkanı sağlamak içindir.
...Bektüre Tasarım ve Danışmanlık...

Hiç hata yapmayan insan hiçbir şey yapmayan insandır,
Ve en büyük hata; kendini hatasız sanmaktır.

rosemoon

  • Restorasyon Forum
  • ***
  • İleti: 233
  • Cinsiyet: Bayan
Ynt: Hat Sanatı
« Yanıtla #2 : 26 Haziran 2009, 00:27:51 »
Hat Sanatında Kalem

Hem musuki aleti(ney) hemde kalem olarak kullanılan kamış, bu kudretiyle İslam ve doğu aleminin esrarlı havasını aksettiren belki yegane alettir. Sıcak ülkelierin nehir ve göl kenarlarındaki sazlıklardan alınan kamış, koparıldığı haliyle kalem olma vasfından uzaktır. Sarımsı beyaz renkli olan bu kamışlar kurumaları için uzvi sıcaklığı daima muhafaza eden gübre içine konulur; burada yavaş yavaş suyunu kaybedip sertlik kazanırlar ve cinsine göre, kırmızımsı, kahve veya açık yahut koyu kahverengine, hatta siyaha dönerler.

Kalem açılıpta kullanılmaya başlandıktan sonra, kağıda temas eden ağız kısmı zamanla bozularak yeniden açılmak icab eder. Ancak mushaf gibi yazılması uzun süren kitaplarda bunun mahzuru vardır. Kalem yeniden açılırken ağzının genişliği kıl kadar farklı olsa, bu, hele nesih gibi ince yazılarda büyük bir estetik kusur teşkil eder. Böyle uzun metinleri ince hat ile yazmak için Cava adasında yetişen bir tropikal ağacın yaprak diplerindeki siyah renkli sert, düzgün ve ince uzantıları işte bu maksadla kullanılır ve Cava Kalemi adıyla bilinir, bunun ağzı kolay aşınmaz.



Yazının kalınlığı arttıkça kalemin ağzına da ona göre açabilmek için, ney kalınlığında kamışlardan (buna kargı kalem denir) veya sert bambu kamışlarından faydalanılır.Kamış kalem, açmak için sol elin içine yatırılarak,orta boşluğu ve cidari badem biçiminde görünene kadar,yukarıdan aşağıya meyilli olarak yontulur.

Dil gibi uzadığı için kalem dili denilen bu yassı kısmın iki kenarı, kalem ağzının ne kadar genişlikte olması isteniyorsa, ona göre alınır. Kalemin ağız kısmının birkaç santimetre çatlatılarak iki yakaya ayrılmasına kalem Şakkı denir. Bunun yapılışında kalemin boyuna paralel çatlatılması, eğri olmaması icab eder. Arada hasıl olan ve ince bir hazne vazifesi gören bu çatlağa mürekkep dolarak, yazarken devamlı bir şekilde aşağıya akar. Kalemin kalemtraş yardımıyla şakk edilirken makta (her ikiside ayrıca tanıtılacaktır) üzerindeki yive oturtulması lazım gelir. Kalemin ağzının kesilip düzeltilmesi de makta üzerinde yapılır.Bu kesme işlemine kalemi makta'a vurmak veya üzerinde yapılır.


Bu kesme işlemine kalemi makta'a vurmak veya katt-ı kalem denilir.Kullandıkça ağzı bozulacağı için harfler pürüzlü olarak çıkmaya başlar Bu takdirde yeniden makta'a vurulur. Ta'lik kalemi sülüse nazaran daha az eğri ağızlıdır. Nesih kalemi ondan da az, rık-a kalemi ise düze yakın eğriliktedir.

Kalemi ağzındaki eğrilik kağıda tamamiyle intibak edecek şekilde tutup, yukarıdan aşağı dik olarak hareket ettirmekle ince, sağdan sola yürütmekle kalın harf kısımları yazılmış olur. Harflerin ölçüleri nokta ile tespit edildiği, nokta da kalemin kalemin ağız genişliğine bağlı olduğu için, kalem hat sanatında estetiği sağlayan en önemli unsurdur.

Kalemler bazen divit adıyla anılan yandan hokkalı kalem mahfazalarında, bazen de kalemdan (kalemlik) denilen, silindir yahut sandık biçimi, sade veya sanatlı kutular içinde saklanır. Kalemdanın silindir biçiminde olanlarının adı da kubur'dur

KALEMTIRAŞ



Zamanımızda kurşun kalemin içinde döndürülerek açıldığı kalemtıraşla, eskiden kamış kalem açmak maksadıyla kullanılan kalemtıraşın bir şekil benzerliği yoktur. Kalemtıraş tig denilen kesici kısım, kıymetli malzemeden yapılmış sap, bu ikisini birbirine bağlayan parazvanadan meydana gelir. Boyu 10-20 cm arasındadır
...Bektüre Tasarım ve Danışmanlık...

Hiç hata yapmayan insan hiçbir şey yapmayan insandır,
Ve en büyük hata; kendini hatasız sanmaktır.

 

* Bizi Takip Edin

Son Mesajlar

Ynt: KKTC Lefkoşa Selimiye Camii (Aya Sofya Katedrali) Gönderen: karacanenes
[25 Mart 2024, 12:09:22]


Teknik Personel Gönderen: TAŞYAPI
[24 Mart 2024, 16:13:27]


ÖN MUHASABE VE MİMAR PERSONEL ALIMI Gönderen: osman.blnk
[24 Mart 2024, 10:19:47]


Restorasyon alanında iş arıyorum Gönderen: Sudenur uysal
[22 Mart 2024, 19:19:58]


RESTORASYON ALANINDA DENEYİMLİ İNŞAAT TEKNİKERİ Gönderen: cabiyotlu
[22 Mart 2024, 11:02:48]


Ynt: NAKKAŞ/KALEMİŞİ/RESTARASYON EKİBİ Gönderen: nAKkaŞBey38
[22 Mart 2024, 01:59:53]

SimplePortal 2.3.7 © 2008-2024, SimplePortal