Restorasyon Forum

Hoşgeldiniz Ziyaretçi. Lütfen giriş yapın veya kayıt olun.

Restorasyon Forum - Reklam Alanı

Gönderen Konu: İstanbul Sarayları  (Okunma sayısı 17629 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

RestorasyonForum

  • Yönetici
  • *****
  • İleti: 739
İstanbul Sarayları
« : 27 Ocak 2009, 16:25:25 »
Beylerbeyi Sarayı (Üsküdar)

İstanbul ili Üsküdar ilçesi Beylerbeyi’nde bulunan Beylerbeyi Sarayı’nın bulunduğu yer ve arkasındaki geniş alanlar tarihte İstavroz Bahçeleri ismi ile tanınıyordu. İstanbul’un fethinden XIX. yüzyılın başlarına kadar geçen süre içerisinde İstavroz Bahçeleri şehrin önde gelen mesire yerlerinden birisi idi. Fatih Sultan Mehmet bu geniş araziyi Mir-i Alem’e temlik etmiş sonra da bu arazi vereseden geri alınmış ve Emlak-ı Hümayun’a katılmıştır.

Osmanlı Padişahları İstavroz Bahçeleri’ne büyük ilgi göstermiştir. Sultan IV. Mehmet zamanında bu bahçeler en parlak günlerini yaşamıştır. Burada birbiri ardına kasırlar ve köşkler yapılmıştır. Sultan I. Ahmet, Şevk-ı Abad Kasrı yakınına mescit ve yanına da devlet önde gelenleri için bazı köşkler yaptırmıştır. Sonradan Sultan IV. Murat ismi ile tahta geçen şehzadelerinden Şehzade Murat da burada dünyaya gelmiştir. XVIII. yüzyılın sonlarına doğru Sultan I. Abdülhamit İstavroz Bahçeleri’ni bölmüş ve satmıştır. Bunun sonucu olarak da İstavroz Bahçeleri Osmanlı padişahlarının yaz aylarını geçirdikleri yazlık olmaktan çıkmıştır.

Sultan II. Mahmut (1808–1839) Boğaziçi’nde Avrupai biçimde büyük bir saray yaptırmaya karar verince aklına öncelikle bir zamanların İstavroz Bahçeleri gelmiştir. Bunun üzerine çeşitli kişilerin mülkiyetine geçmiş olan İstavroz Bahçeleri yeniden kamulaştırılmış ve burada çeşitli dairelerden meydana gelen iki katlı ahşap, sarı boyalı bir sahil saray yapılmıştır. Balyan ailesinden Mimar Kirkor Amira Balyan’ın 1826–1832 yılları arasında yaptırdığı bu sarayın çevresinde Mabeyn-i Hümayun, Zülvecheyn, Harem-i Hümayun, Serdap Köşkü, Bendegân Daireleri, hamamlar, mutfaklar ve Has Ahırlar bulunuyordu.

Sultan II. Mahmut 1832 yılı Muharrem ayının beşinci günü Çırağan Sarayı’ndan saltanat kayığı ile bu yeni saraya gelmiştir. Padişahın bu gelişini Reşat Ekrem Koçu şöyle anlatmıştır:
“…Bu esnada saray önünde demirli bulunan harp gemilerinden toplar atılmış ve rıhtım boyunca dizilmiş Hassa askerleri de selam resmine durmuş ve bir mızıka selam havasını çalmaya başlamıştır.

Sultan Mahmut merasim kıtalarını geçerek Boğaziçi’nin kendi devrinde yapılmış ilk büyük sarayına girmiştir. Ertesi günü bütün rical, ulema, yüksek rütbeli askerler sarayın Mabeyn Dairesi’ne gelerek padişaha yeni sarayında mesut gümler geçirmesi temennisinde bulunmuşlardır. Bu arada şairler birbirleri ile yarışırcasına tarihler düşmüşlerdir. Ayıntablı Ayni Efendi Sultan Mahmut’un Beylerbeyi Sarayı’na ilk gelişi için şu tarihi düşürmüştür:

İş bu târihi göreydi cem atardı tâcını
Nakli nev sâhil serâ kıldı şehri âli himen.”

İstanbul’a gelen pek çok yabancı devlet adamı ve gezgin Beylerbeyi Sarayı’ndan söz etmiş, hatıralarında saraya geniş yer vermiştir. Mareşal Moltke de Beylerbeyi Sarayı’na şöyle değinmiştir:

“Beylerbeyi Sarayı’nın cephesi pencereden görünmez. Sarayın arka tarafındaki bir kapıdan bahçeye girdim. Havuzlardaki mercan balıklarını, tarhlardaki nadide çiçekleri seyir ile meşgul idim. Bahçe birçok sedlerle arkadaki tepenin zirvesine kadar uzanıyor ve yüksek yeşil duvarlar hududunu tayin eyliyordu. Sarayın deniz cephesindeki pencereleri hep kafesli, kafesler sade harem pencerelerinde olmayıp selamlık kısmı da bunlarla örtülmüştür. Fakat harem tarafındakiler hem daha yüksek hem daha sıktır.”

Miss Pardoe de anılarında Beylerbeyi Sarayına yer vermiştir:

“Sultanın Anadolu yakasındaki yazlık Beylerbeyi Sarayı Boğaziçi’nin en zarif eseridir. Bu sahil boyunca uzanan gayrimuntazam cepheli kâşane olup, Boğaz’ın suları pırıldayan mermer merdivenleri yıkar. Şurada burada esrarengiz kafesli menfezlere girer. Bina ahşaptır. Harem kısmı yaldızlı küçük tahta kepenklerle mestur pencerelerle müzeyyen bir sıra müselleri yüksek dairelerden mürekkeptir. İdare-i Hükümete ait odaları sultanın şahsına mahsus salonlar ve Maiyet-i Şahanenin işgal ettiği yerler, selamlık, sekiz köşeli muazzam bir kısım teşkil eder ki bunun sivri damının tam ortasında yaldızlı, uçları güneş ışığında parıldayan bir yıldızı kavuşturmuş bir hilal vardır. Bütün bina beyaz ve sarıya boyanmıştır; bir insan eserinden ziyade büyülenerek yeryüzüne çıkmış bir peri sarayını andırır.

Merdivenlerin müntehasındaki mermer kapudan müzehher ve muhattar bir bahçeye geçilir. Buradaki havuzlardan savrulan fıskiye suları ruha sukün veren nağmelerini etrafta dağıtırlar. Rengârenk çiçeklerin arasında kavsi kuzahın bütün elvanı ile mülevver parlak tüylü kuşlar dolaşır. Bu güzel bahçeyi deniz tarafındaki nazardan saklayan yaldızlı kafeslerin yanından geçildikten sonra muhteşem bir kapıdan saraya girilir.

Sarayın dâhili iç bakışta bir fevkaladelik arz etmez. Hemen orta yerden Hilâlvari yükselen, bir çift merdiven, yaldızlı muazzam sütunlar salonu nispetsiz bir biçimde küçültmektedir. Fakat hakikatte böyle değildir. Bu salona padişahın maiyetine tahsis edilmiş ve döşemeleri nadide ağaçlardan yapılmış, arabesk tavanlı, müzeyyen en az sekiz geniş oda açılmaktadır.

Yukarı katta devlet işlerinin görüşüldüğü Şark ve Garbin lüksünü mezcetmiş altın yaldızlı daireler bulunur. Burada Türk divanları sim işlemeli kadifeler yerine Avrupakâri koltuk ve kanepeler; Cenevre’den, Sevr’den Pompei’den, İngiltere’den, İran’dan gelmiş türlü tezyinat, eşya, porselen, biblo halılar görülür. Bunlar arasında Hünkâr İskelesi Muahedesi’ni müteakip Rusya Çarı tarafından padişaha hediye edilen dünyanın en muhteşem altı endam aynası vardır. Dairelerdeki mefruşat ve müzeyyenatın hayalleri iki imparatorluğun armaları bulunan bu aynalardan daha füsunkâr tesislere bürünerek in’ikas ederler. Kabartma çiçeklerin zemindeki parlak renkli halıların salona bahşettikleri ışık ve neşe atmosferini, pencerelerin dışında nazarları okşayan fıskiyeler, yaldızlı kafesler teyit etmektedir.”

Sultan Abdülmecit (1839–1861) 1851 yazında sarayda bulunduğu sırada yangın çıkmış, yangın hemen söndürülmüşse de bunu uğursuzluk sayan padişah Beylerbeyi Sarayı’nı terk ederek Çırağan Sarayı’na geçmiştir. Bundan sonra saray kendi haline bırakılmıştır.

Sultan Abdülaziz (1861–1876) tahta çıktıktan bir süre sonra eski saraylarla birlikte Beylerbeyi Sarayı’nı da yıktırmıştır. Bundan sonra Balyan ailesinden Mimar Serkis Balyan ile kardeşi Hassa mimarı Agop Bey Balyan’a bugünkü Beylerbeyi Sarayı’nı yaptırmıştır. Yeni sarayın yapımına 1861 yılında başlanmış ve saray 1864 yılında tamamlanmıştır. Abdülaziz 21 Nisan 1864 günü Cuma namazını Beylerbeyi Camisi’nde kılmış ve ilk defa saraya gelmiştir.

Beylerbeyi Sarayı eskisinden daha küçük ölçüde, Avrupai üslupta bir yapıdır. Yeni Beylerbeyi Sarayı geniş bir rıhtımın arkasında yer almaktadır. Saray deniz köşkleri, selamlık ve harem olmak üzere yapılmıştır. İki katlı sarayın 6 büyük salonu ve 24 odası vardır. Sarayın birinci katı tamamen mermer, ikinci katı mermer taklidi olup, taşları Bakırköy’deki taş ocaklarından getirilmiştir. Simetrik bir düzenin hâkim olduğu sarayın içi ve dışı son derece süslü ve zariftir. Odaları, salonları, tavanları rokoko üslubunda bezemelerle süslenmiştir. Salon ve odaları süsleyen Bohem avizelerinin benzerlerine İstanbul’da o dönemde rastlamak mümkün değildir. Yıldız Çini Fabrikası’nda yapılan nadide vazolar, kristal yanalar, sedef kakmalı ceviz eşyalar, pusulalı, barometreli, termometreli, müzikli saatlerle sarayın içerisi adeta bir masal görünümündedir.

Beylerbeyi Sarayı’nın eski saraydan kalmış olduğu düşünülen ancak, yeterli belge bulunamadığından yapım tarihleri kesinleşmemiş olan yapılar da vardır. Bu yapılardan en tanınmış olanları ise Mermer Köşk ile Sarı Köşk’tür. Mermer Köşk veya Serdap Köşkü tanınan yapı büyük mermer levhalarla kaplanmıştır. Büyük olasılıkla eski saraydan kalmış olan bu yapı denizden sonraki üçüncü set üzerinde, büyük havuzun arkasındadır. Bu yapıda Sultan II. Mahmut dönemine özgü ampir üslubunun özellikleri görülmektedir. Toksan başlıkları, ince uzun yüksek plasterler cepheye düzgün ve eşit aralıklarla yerleştirilmiştir. Bunun dışında cephe görünümünde başka bir dekoratif unsura yer verilmemiştir. Köşkün ortasında büyük bir salon ve iki yanında da birer oda, arkasında da küçük servis bölümleri bulunmaktadır. Son derece sade bir planı olan bu köşkün orta sofasında büyük oval bir havuz ve selsebil bulunmaktadır. Köşkün duvarları somaki taklidi mermerlerle kaplıdır. Tavanlara da çerçeveler içerisinde hayvan ve av resimleri yapılmıştır.

Sarı Köşk’ün yapımı konusunda kesin bilgi olmamakla beraber, Sultan II. Mahmut döneminde yapılan saraydan arta kaldığı sanılmaktadır. Sarayın kuzeydoğu köşesinde dördüncü set üzerindeki bu köşk, yüksek bir bodrum üzerine iki katlı ve kâgir olarak yaptırılmıştır. Köşkün ortasında giriş, barok bir merdivenle çıkılan büyük bir salon, iki yanında da birer büyük oda bulunmaktadır. Plan düzeni dışarıya taşkın haçvari çıkıntılıdır. İçerisi geometrik çerçeveler içerisine alınmış, stilize edilmiş bitkisel motifler ve romantik denizle ilgili resimlerle kaplanmıştır.

Sarayın güney kanadında uzun bir rampa ile çıkılan, üçüncü set hizasındaki düzlükte Has Ahır bulunmaktadır. Rıhtımdaki deniz köşkleri ile benzerliği olan Has Ahır’ın yeni Beylerbeyi Sarayı ile birlikte yaptırıldığı sanılmaktadır. Ahırın girişten sonra ince uzun bir koridoru, bunun iki yanında da ahır bölümleri sıralanmıştır. Sultan Abdülaziz sarayın set set bahçeleri arasına içerisinde aslanların da bulunduğu bir de hayvanat bahçesi eklemiştir.
Beylerbeyi Sarayı’nda birçok tarihi kişi misafir edilmiştir. İran Şahı Nasireddin Şah, Karadağ Prensi, Ayestefanos Antlaşması’ndan sonra İstanbul’a gelen Grandük Nikola bunlar arasındadır. Sultan Abdülaziz’in Fransa seyahatini, Fransa İmparatoru III. Napolyon iade etmiştir. İmparatoriçe Eugenie Beylerbeyi Sarayı’ndaki misafirliğinden anılarında uzun uzun söz etmiştir.

Eski Balıkhane Nazırı Ali Rıza Bey “13 Asr-ı Hicri İstanbul Hayatı” isimli kitabında İmparatoriçe Eugene’nin Beylerbeyi Sarayı’nda geçen günlerinden söz etmiştir:

“İmparatoriçe Türk kadınları usulünde yıkanmayı arzu ettiğinden en maruf hamam ustalarından İstavroz Hamamı’ndaki Vesile Hanım celbedilerek sarayın hamamında müşarünileyhâyı eli ile yıkamıştır. Vesile Hanım Eugenie’nin güzelliğini, endamının tenasübünü, bâhusus billür gibi vücudunu söylemekle bitiremezdi. Bu kadının dediği gibi İmparatoriçe hakikaten pek güzeldi.

Vesile Hanım bellediği birkaç kelime Fransızcayı karışık bir şekilde söyler, İmparatoriçe de pek çok gülermiş. İmparatoriçe giderken kendisine haylice hediyeler vermiş olduğundan bu parayı sermaye yapıp bohçacı olmuş ve hamam ustalığını terk etmişti.”

Sultan II. Abdülhamit (1876–1909) Beylerbeyi Sarayı ile ilgilenmemiş ve Onun zamanında saray kapalı kalmıştır. Tahttan indirilip götürüldüğü Selanik’teki Alatini Köşkü’nden sonra Yunanlıların Selanik’e yaklaşması üzerine Beylerbeyi Sarayı’na getirilmiştir. Abdülhamit sarayın bahçesine bakan ve annesinin öldüğü odayı kendisine seçmiştir. Böylece II. Abdülhamit hayatının son günlerini burada geçirmiş, 1918’de de burada ölmüştür.


İbrahim Paşa Sarayı (Eminönü)

İstanbul Eminönü ilçesi, Sultanahmet Meydanı’nda bulunan İbrahim Paşa Sarayı XVI. yüzyıl Osmanlı mimarisinin önemli yapılarından biri olup, Hipodromun oturma kademeleri üzerinde bulunmaktadır. Yapım tarihi kesin olmamakla beraber, bu yapı Kanuni Sultan Süleyman tarafından 1520 yılında on üç yıl sadrazamlık yapan İbrahim Paşa’ya hediye edilmiştir.

Evliya Çelebi bu sarayla ilgili olarak; “En büyük saray, At Meydanı’ndaki İbrahim Paşa Sarayı’dır. Bu zat Kanuni Sultan Süleyman veziridir. Bu sarayın yarısı bölünüp padişahlara mahsus saray yapılıp, has gılmandan ikinin kadar zülüflü padişah gılamı vardır. İstanbul’da bundan büyük saray yoktur” demektedir.

İbrahim Paşa Kanuni Sultan Süleyman’ın 13 yıl sadrazamı olmuş, 1524 yılında evlenme töreni burada 15 gün 15 gece sürmüştür. Bu nedenle sarayın mehterhane bölümünde Kanuni için özel bir taht kurulmuştur. XVII. yüzyıl ortalarına kadar Acemi Oğlanlar Ocağı olarak kullanılmıştır. Sultan III. Murat’ın kızı ile evlenen Bosnalı İbrahim Paşa’nın mülkiyetine geçmiştir. Bunu Selaniki Tarihi şöyle anlatmaktadır:

”İbrahim Paşa Hazretleri’ne Atmeydanı sarayı temlik olunduğudur. Ve sene-i merküme zilkadesinin aharında Padişah-ı gerdun vekar Hazretleri teksire-i Hümayun gönderup vezir-i mükerrem İbrahim Paşa’ya Atmeydanı’nda olan eski İbrahim Paşa Sarayının İçoğlanları sakin olduğu yerden maadasını hibe ve temlik ettim, hüccet-i şer’iye yazulsun ve mülknâme verilsün buyurup ve iç sarayının tamir temrinine şürü olunmak ferman olundu.”

İbrahim Paşa Sarayı kaynaklardan ve minyatürlerden öğrenildiğine göre; At Meydanı’nda (Hipodrom) yapılan şenlik, Sultan III. Murat şehzadesi Mehmet’in sünnet düğünü gibi olayların yanı sıra Osmanlı tarihindeki isyanlarda da ismi geçmiştir. İbrahim Paşa’nın 1536’da öldürülmesinin ardından ondan sonra gelen sadrazamlar tarafından kullanılmış, kışla, elçilik sarayı, defterhane, mehterhane, dikimevi, cezaevi olarak da kullanılmıştır. Bir ara avlusu içerisine evler yapılmış, bir bölümünden askerlik şubesi olarak yararlanılmıştır.

İbrahim Paşa Sarayı ilk yapılışında dört büyük iç avlu çevresinde yapılmış bir saray idi. Osmanlı sivil mimarisindeki ahşap yapıların aksine bu yapı kesme taştan yapılmıştır. Sarayın ikinci avlusu yapının ağırlık noktasını oluşturmaktadır. Birinci avludan daha yüksekte olan ikinci avluya merdiven ve kapılardan girilmektedir. İkinci avlu minyatürlerde padişahın göründüğü bölümlerin sağında belirtilmiştir. Bu mekânlardan arkada bugün olmayan bölümlere geçişi sağlayan kapılar bulunuyordu. Avlunun batı duvarına Sultan II. Mahmut tuğralı 1831–1832 tarihli barok üslupta bir çeşme yapılmıştır. Bugünkü girişin üzerinde bulunan küçük köşkün minyatürlerde görülen köşkün yerine daha geç tarihlerde yapıldığı sanılmaktadır.

İkinci avlunun batı ve kuzey yönünde, zemin kat üzerindeki mekânlar tonoz ve kubbelerle örtülmüştür. Bunların içlerinde ocakların da bulunduğu odalar ve revaklar vardı. Sarayın ikinci avlusunun güneyinde, sultanların At Meydanı’nda yapılan eğlenceleri seyrettikleri Divanhane bulunmaktadır. Burası yazılı kaynaklarda ve minyatürlerde görülen şahnişin olduğu yerdir. Son onarımlar sırasında yenilenmiştir. Selâniki’nin “Kasr-ı Şahnişin yapıldı” diye belirttiği bu bölümün duvarlarındaki izlerden çini ile kaplı olduğu anlaşılmaktadır. Matrakçı Nasuh’un minyatüründe Divanhane’nin avluya bakan cephesinin ahşap sütunlu olduğu görülmektedir. Buradaki ahşap direkler ahşap kemerlerle birbirlerine bağlanmıştır. Divanhane ayrı bir kapı ile kışlık veya iç divanhane ile de bağlantılıdır.

İbrahim Paşa Sarayı’nın üçüncü avlusu ana cephenin sağında, bugünkü Adalet Bakanlığı Arşiv Dairesi’dir. Bunun önüne XIX. yüzyılda Tapu ve Kadastro Binası yapılmıştır. Arkasındaki dördüncü avluda altta koğuşlar, üstte kubbeli revaklar ve kubbeli odalara yer verilmiştir.

Dördüncü avlu 1939 yılında Adliye Sarayı’nın yapı sırasında yıkılmıştır. Y. Mimar Sedat Çetintaş’ın çizimlerinden iki katlı, revaklı, revakların arkasında odalar bulunduğu anlaşılmaktadır. Nurhan Atasoy buradaki ince uzun binanın ahırlar olduğunu belirtmiştir. Nurhan Atasoy ikinci ve dördüncü avlular arasındaki boşluğu dolduran iki katlı, kemerli beşik tonozlu yapının hazine ve batı ucundaki ikinci kata kadar çıkan merdivenin sarayın kulesine ait olduğunu ileri sürmüştür.

İbrahim Paşa Sarayı’nın günümüze gelen bölümleri Türk ve İslâm Eserleri Müzesi olarak kullanılmaktadır.


Çırağan Sarayı (Beşiktaş)

İstanbul ili Beşiktaş ilçesinde Çırağan Caddesi’nde, Çırağan Sarayı’nın bulunduğu alan XVII. yüzyıl başlarında Kazancıoğlu Bahçesi olarak isimlendirilen bir mesire yeri idi. Sultan IV. Murat (1623–1640) tarafından kızı Kaya Sultan’a verilen bu alanda yaz aylarında kullanılmak üzere Kaya Sultan ve eşi Melek Ahmet Paşa bir yalı yaptırmıştır. Sonraki yıllarda Sultan I.Mahmut da bu yalıyı kullanmıştır.

Evliya Çelebi bu yalıdan şöyle söz etmektedir: “Vacibü’s-seyr bir yalıdır. Bunda febkâni bir şadırvan vardır ki dünyada öyle bir sanatlı fevvâre görülmemiştir.”

Sultan III. Ahmet (1703–1730) zamanında, Sadrazam Nevşehirli Damat İbrahim Paşa tarafından kullanılan bu alanda Çırağan Şenlikleri yapıldığı için de bu yalı Çırağan Yalısı olarak isimlendirilmiştir. Sultan III. Ahmet’in tahttan indirilmesinden sonra yalı bir süre kendi haline terk edilmiştir. Sultan III. Selim (1789–1807) döneminde padişahın kız kardeşi Beyhan Sultan tarafından kullanılmış, Sadrazam Yusuf Paşa buradaki yapıların yıkılarak yerine büyük bir sahil saray yapılmasını istemiş ise de, zamanın ekonomik koşullarından ötürü bu istek gerçekleşememiştir. Beyhan Sultan yalının yanındaki Rodoslu Yalısı’nı satın almış ve yerine bir mabeyn dairesi yaptırmıştır. Yalnızca 1805 yılında buraya bazı yapılar eklenmiştir.

Sultan II. Mahmut’un (1808–1839) Boğaziçi’nde yaşamak istemesinden ötürü Çırağan’da, kıyıdaki mabeyn dairesinin arkasına yeni bir daire yaptırılmıştır. Böylece biri deniz kıyısında, diğeri de arka tarafta olmak üzere iki mabeyn dairesi meydana getirilmiştir. Bundan sonra 1836 yılında padişahın sürekli kalabileceği bir saray yaptırılması düşünülmüş, çevredeki bazı yapılar yıktırılmış ve Çırağan Sarayı’nın yapımına başlanmıştır.

Dolmabahçe Sarayı’nı yaptıran Abdülmecit Çırağan Sarayı üzerinde durmuş, daha önce burada yapılmış olan yapıları 1859–1860 yıllarında yıktırmıştır. Ancak ekonomik nedenlerden ötürü sarayın yapımı gecikmiştir. Abdülaziz döneminde burası yeniden ele alınmış, Balyan ailesinden Nikogos Balyan’ın tasarladığı, Sarkis Balyan’ın mimarlığını yaptığı sarayın yapımına 1863 yılında başlanmış ve 1871 yılında da tamamlanmıştır. Kaynaklardan öğrenildiğine göre bu saray 4 milyon Osmanlı altınına çıkmıştır. Bu saray II. Abdülhamit tarafından içerisindeki eşyaları ile birlikte Meclis-i Mebusan’a verilmiş 15 Kasım 1909’da büyük bir törenle açılmış, Meşrutiyet’in ilanından ötürü çalışmalarına başlamıştır. Bu sırada sarayın iç bölümleri meclis toplantıları için değiştirilmiştir. Üst katta, denize bakan son derece görkemli salona padişah için bir taht yerleştirilmiştir. Ortadaki salon Ayan Meclisi’ne ayrılmıştır.

Çırağan Sarayı’nı detaylı biçimde inceleyen Y.Mimar Sedat Hakkı Eldem sarayı şöyle tanımlamaktadır:

Bu sarayın yapıldığı devir, Avrupa ve Amerika mimarisinde tam anlamıyla eglektik, yani toparlama ve yakıştırma bir mimarinin egemen olduğu bir zamandır. Çırağan Sarayı’nın mimarları Batı’daki bu akımı benimsemişlerdi. Olağanüstü mimari yetenek ve sanat üstünlükleri, meydana getirdikleri eseri yaşıt Avrupa mimarisi eserlerinden kat kat üstün kılmıştır. Üslup, Avrupa’daki tarihi üslupların tekrarı modasına uygun olarak bir tür Müslüman, daha ziyade Magrip mimarisinden esinlenmekle birlikte bu uyarlama ancak kemer kavislerinde ve takma sütun başlıklarında kalmıştır. Geri kalan ve mimarinin özünü veren elemanlar tümüyle yeni yapıtlardır. Kornişler, silmeler ve benzeri mimari elemanlarda, kavisler ve yumuşak eğilimlerden kaçınılmış, kırık, kesik kontraslı ve kuvvetli geometrik şekiller tercih edilmiştir. Bunlar yakından bakıldığında biraz kaba bile görülebilir. Fakat mimari bütünüyle gayet isabetli ve bağlayıcı bir özellik göstermektedir. Feriye Sarayları, Matbahlar, çeşitli köprüler ve müştemilat ile on’a yakın ayrı binadan oluşan ve 1.300 m. uzunlukta bir rıhtım cephesini kaplayan Çırağan Sarayı, Boğaziçi kıyılarında görkemli bir mimari ve şehircilik eseri olarak meydana çıkmıştır. Bu büyük ölçüdeki mimari hâkimiyet yanında içeriye ait ayrıntılar da aynı mimari üslubu devam ettirebilmiştir. Sarayın iç ve dış mimarisi arasındaki uyum ve birlik ancak en yüksek düzeydeki bir sanat eserinde bulunabilecek niteliktedir. Bütün bina sanki bir kalıptan ve sanki bir elden çıkmış gibidir. Üstelik bu el tamamıyla yeni bir mimari üslup yaratarak bu armoniyi meydana getirmiştir. Şüphe yok ki, Çırağan Sarayı, Batı dünyasında benzeri binalar arasında mimari kıymet ve öncelikle plan kompozisyonu bakımından üstün bir eserdir.

Çırağan Sarayı’nın en ilginç ve en üstün tarafı planıdır. Bu planın kuvveti Türk ev mimarisi geleneğine bağlı kalmış olmasıdır. Bu tarihe kadar bu büyüklükte tek vücut saray bölüğü yalnız II. Mahmut yapıları Çırağan ve Beylerbeyi saraylarında ahşaptan, 15 sene evvel de Dolmabahçe Sarayı’nda yarı kâgir olarak uygulanmıştır. Fakat bu planlar nedense yeni Çırağan Sarayı planına nazaran eski klasik Türk planlarından daha uzak kalmışlardır. Çırağan’a en yakın olan örnek XVIII. yüzyıla kadar uzanan Kıbrıslı Yalısı planıdır. Çırağan Sarayı’nda üç sofalı klasik Türk planı büyük ölçüde uygulanarak sıkı bir dikdörtgen içine alınmış ve eski Türk saraylarını anımsatacak pitoresk cumba ve çıkmalardan kaçınılmıştır. Üç bölükten oluşan plan, cephede de aynen ifade edilmiş ve her bölük arasına birer girinti şeklinde teras konması uygun görülmüştür. Her bölüğün ortasındaki sofa, özel ve büyük pencere elemanları ile belirtilmiş ve bu arada ortadaki cephe elemanı, Avrupa mimari anlayışına benzetilerek sağ ve soldakilere oranla biraz geniş tutulmuştur. Böylece Selamlık Sofası haç şeklinde yani dört kollu olmuştur. Bunun dışında gerek sofalarda gerekse odaların yerleşme ve boyutlanmalarında tümüyle serbest ve fonksiyonel bir şekilde hareket edilmiş, bu tutum cephelerde de belirtilmiştir. Daha fazla önem verilen ve daha zengin olan Hünkâr Hamamı ise ayrı bir kol içinde uygulanmıştır. Bu kol bir köprü şeklinde, sarayı yolun karşı tarafındaki bahçeye bağlamaktadır.”

Saray Beşiktaş’tan Ortaköy’e kadar uzanan alanda beş bölümden meydana gelmiştir. Bunlar Merasim ve Mabeyn daireleri, Daire-i Hümayun, Harem ve Veliaht Dairesi başta olmak üzere on yapıdan meydana gelmiştir. Bu sarayın en görkemli bölümü de ortada bulunan mermer sütunlarla hareketlendirilmiş cephe görünümü ile padişaha ait olan daire idi.

Meclis-i Mebusan ve Ayan’ın Çırağan Sarayı’na taşınmasından iki ay dört gün sonra 6 Ocak 1910’da sarayda çıkan yangın birkaç saat içerisinde büyümüş, yalnızca dört ana duvarı ayakta kalabilmiştir. Bu yangının elektrik kontağından çıktığı ve sarayın itfaiyenin yetersizliğinden ötürü yandığı söylenmektedir.

Cumhuriyet döneminde sarayın Beşiktaş tarafındaki birinci binası önce İlkokul, sonra da İETT’ye tahsis edilmiştir. Ondan önce gelen boşlukta Et Balık Kurumu, Soğuk Hava Deposu yapılmıştır. Kıyıdaki eski harem binasına Beşiktaş Kız Lisesi yapılmıştır. Yanmış saray binasından sonraki Yaverler Binası Yüksek Denizcilik Okulu’na, ondan sonra gelen bölümler Galatasaray Lisesi ile Beşiktaş Ortaokulu’na, son bina da Kabataş Lisesi’ne tahsis edilmiştir.

12 Eylül 1980’den sonra İETT deposu boşaltılmış ve restore edilerek Devlet Konukevi haline getirilmiştir. Sarayın bahçesi Türk futbolunda önemli bir yeri olan Şeref Stadı olarak da kullanılmıştır. Bundan sonra sarayın kalıntıları modern bir otel haline getirilmek için Alman turizm şirketi Kempinsky İşletmesi’ne tahsis edilmiştir.

Günümüzde Çırağan Sarayı’nın ana yapısı Çırağan Oteli olarak kullanılmaktadır. Bahçesi olan Şeref Stadı da yeni yapılan otel blokları nedeni ile ortadan kalkmıştır. Bunun yanı sıra Çırağan Sarayı’nın bulunduğu yerdeki Beşiktaş Mevlevihanesi’ne ait olan Mevlevi mezarları sarayın bodrum katında kalmıştır.


Fer'iye Sarayları (Beşiktaş)

İstanbul ili Beşiktaş ilçesinde, Ortaköy’e uzanan Çırağan Caddesi üzerinde bulunan Fer’iye Sarayları’nın yerinde bugün Galatasaray Üniversitesi ile Kabataş Lisesi bulunmaktadır. Bunların yanında Ortaköy Karakolu veya Tabya Karakolu olarak tanınan Fer’iye Karakolu da bulunmaktadır.

Fer’iye Sarayları XIX. yüzyılın ikinci yarısında yapılmıştır. Bu saraylar Sultan Sarayları, İbrahim Tevfik Efendi Sahil Sarayı, Cemaleddin Efendi Sahil Sarayı ve Seyfeddin Efendi Sahil Sarayları isimleri ile de tanınmıştır. Sarayların mimarının kim olduğu ise bilinmemektedir. Bu saraylara Fer’iye denilmesinin nedeni de padişahın yaz aylarında yaşadığı esas sarayın yanında ikinci derecede önemli yapılar olmasından kaynaklanmıştır.

Fer’iye Sarayları’nda tarihte geçen en önemli olay, Sultan Abdülaziz’in (1861–1876) tahttan indirilmesinden sonra, önce Topkapı Sarayı’na sonra da Fer’iye Sarayları’nın günümüzde Kabataş Lisesi olarak kullanılan bölümüne getirilmiş ve Sultan Abdülaziz burada odasında ölü olarak bulunmuştur. Bazı tarihçilere göre öldürülmüş, bazılarına göre de intihar etmiştir.

Fer’iye Sarayları deniz kıyısında, yan yana üç ana yapıdan meydana gelmiştir. Dikdörtgen planlı bu bölümlerin denize ve yola bakan odaları, odaların arasında geniş ve uzun sofalar yer almaktadır. Yapıların cephe mimarisi simetrik bir düzendedir. Yuvarlak, basık kemerli, dikdörtgen çerçeveli pencereler bezemesiz olup, denize ve arkadan geçen yola açılmaktadırlar. Yalnızca üç katlı olan bu yapıların katları birbirlerinden yatay silmelerle ayrılmıştır. Sarayların odaları ve sofaların tavanları XIX. yüzyıl özelliğini yansıtan kalem işleri ile bezenmiştir. Aynı zamanda son derece değerli ahşap kaplamalar da onları tamamlamıştır. Bunlar günümüzde de varlığını sürdürmektedir.

Adile Sultan Sarayı (Üsküdar)

İstanbul ili Üsküdar ilçesi, Kandilli’de Akıntıburnu’nun sırtlarındaki düzlükte bulunan bu saray, Sultan Abdülmecit’in kız kardeşi Sultan II. Mahmut’un kızı, Tophane Müşiri Mehmet Ali Paşa’nın eşi Adile Sultan (1826–1899) adına Abdülmecit tarafından 1876’da yaptırılmıştır. Sarayın bulunduğu alan Sultan Abdülmecit tarafından Tophane Müşiri Halil Paşa’dan satın alınmış, buradaki konak yıktırılmış ve Sarkis Balyan tarafından bu saray yaptırılmıştır.

Sarayın bulunduğu alan kayalık ve eğimli bir arazidir. Saray bu arazinin doğu-batı yönüne yerleştirilmiş ve batı cephesi tamamen Boğaziçi’ne yöneltilmiştir. Arazi konumundan ötürü sarayın ön yüzü üç, arkası da iki katlıdır. Saray 32.00x93.00 m. ölçüsünde dikdörtgen bir taban üzerine oturtulmuştur. Üç ayrı bölümden oluşan sarayın 55 odası bulunmaktadır. Sarayın çevresi tamamen koruluk olup, sahil yolundaki bir kapıdan içeriye girilmekte ve dolana dolana yükselen bir yolla saraya ulaşılmaktadır.

Sarayın batı bölümü tamamen Adile Sultan’a aittir. Bu bölüm yüksek bir kaide üzerine oturtulmuş olup, birinci katına iki yönlü bir merdivenle çıkılmaktadır. Dört kolonun taşıdığı şahnişli bir girişten sonra sahanlığa geçilmektedir. Girişte mermer döşeli büyük bir taşlık ve bunun iki yanında da büyük odalar bulunmaktadır. Buradan iki yönlü kolonların taşıdığı bir merdivenle de üst kata çıkılmaktadır. Üst kat sultanın özel dairesidir. Zemin katına benzeyen bir plan gösteren bu bölümde denize yönelik salona geniş bir şahniş eklenmiştir. Buradaki sofanın iki yanında da ayrıca büyük salonlar bulunmaktadır.

Sarayın doğu bölümünün girişinde uzun ve büyük bir taşlık bulunmaktadır. Geniş bir merdivenle çıkılan üst kat büyük bir sofanın çevresine sıralanmıştır. Bu salonun doğu ucunda servis bölümlerine yer verilmiştir.

Sarayın ana bölümü harem ve selamlık olarak kullanılan simetrik bir plan göstermektedir. Ortada merkezi bir bölüm büyük ve oval bir salon görünümdedir. Bu bölüm 28.00x10.00 m. ölçüsündedir. İki yana doğru da eyvan şeklinde eklerle genişletilmiştir. Oval salon dekoratif bezemelerinde geç rokoko üslubu açıkça kendini göstermektedir. Ayrıca sarayın bezemeleri arasında meandr motifleri, akantus yaprakları, sekiz köşeli yıldızlar, çeşitli kıvrımlar dikkati çekmektedir.

Sarayın cephesi sade bir görünümdedir. Cepheler üçlü pencerelerle hareketlendirilmiştir. Sarayın arkasındaki bahçede müştemilat binalarına yer verilmiştir. Bazı kaynaklarda sarayın deniz kenarında yalı ve bir de deniz hamamı olduğu söylenirse de bunlardan bir iz günümüze gelememiştir.

Adile Sultan Sarayı 1916 yılında Kandilli Adile Sultan İnas Mekteb-i Sultanisi ismi ile okula dönüştürülmüştür. Cumhuriyet döneminde Kandilli Kız Lisesi olmuş, sarayın bulunduğu alanın altına alt kotlarda betonarme eğitim birimleri eklenmiştir.

Adile Sultan Sarayı 1986 yılı Mart ayının başında yanmış ve saray tamamen harabeye dönmüştür. Yangın sırasında sarayın içerisinde bulunan değerli eşyalar ve aynalar da yok olmuştur. Bu yangından sonra bir süre kendi haline terk edilmiş, bundan sonra İstanbul Valiliği, Kandilli Kız Lisesi Kültür ve Eğitim Vakfı ve Hacı Ömer Sabancı Vakfı’nın ortak girişimleri ile onarılmıştır. Bu onarımlarda yapının yangında hasar gören duvarları güçlendirilmiş, çatısı örtülmüştür. Ödenek yetersizliğinden bir süre yarım kalan yapı, Sakıp Sabancı’nın sağladığı kaynakla 2004 yılında restorasyonu başlamış ve açılışı 28 Haziran 2004’te yapılmıştır.

Günümüzde Adile Sultan Sarayı’nın 500 kişilik ziyafet ve toplantı salonu, 200 kişilik küçük toplantı salonu, 1300 m2’lik kokteyl ve sergi salonu, 20 adet 30–40 kişilik seminer salonları, 150 kişilik lokantası, 60 kişilik kafeteryası ile müze yönetim ve servis birimleri bulunmaktadır. Sarayın işletmesini Lütfi Kırdar Uluslar arası Kongre ve Sergi Sarayı’nı da yürüten UKTAŞ firması üstlenmiştir.


Neşetâbat Sarayı (Beşiktaş)

İstanbul ili Beşiktaş ilçesinde, Defterdar Burnu’nda bulunan bu sarayın olduğu yerde XVIII. yüzyılda Sadrazam Şehit Ali Paşa’nın yalısı bulunuyordu. Sadrazamın ölümünden sonra yalı Meselâcı Hasan Paşa tarafından satın alınmıştır. Sultan III. Ahmet Bebek’te Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’nın yaptırdığı Hümayun Abat’ı görmek için saltanat kayığı ile buradan geçerken Defterdar Camisi yanında bulunan Hasan Paşa yalısının yerini beğenmiştir. Bunun üzerine Damat İbrahim Paşa’dan burada bir sahil saray yaptırmasını istemiştir. Tersane Emini Kıblelizade Mehmet Bey bu işi üstlenmiştir.

Saray arkasındaki dağ ile deniz arasındaki düzlükte kurulmuştur. Saray 1726 yılında tamamlanmış, Sultan III. Ahmet saltanat kayığı ile saraya gelmiştir. Bu gelişi nedeni ile sarayda kendisine bir ziyafet verilmiş, buradan hoşlanan padişah bunu yazdığı bir beyitle dile getirmiştir:

Biz safa ile Neşatâbad’ı ettik çün mahar
Sana da ey gam adem-i âbada lazımdır sefer.

Sultan III. Selim de bu saraya zaman zaman dinlenmek üzere gelmiştir. Padişahın sır kâtibi Ahmet Efendi padişahın 15 Zılhıcce 1205’te (1790) buraya gelişini şöyle anlatmıştır:

“Neşatâbada, binişi hümayunla teşrif buyurulup agavat kullarına tomak ve pehlivan güreştirilip, yukarı havuz başındaki kasra saye endaz-ı saltanat ve derun-u havuzdaki zevrak çeye agavat kullarını nöbetle bindirip şarkı okutmakla ârâm ve istirehat esnasında kaptan-ı derya Küçük Hüseyin Paşa’nın ve Mora valisi Silahtar Mustafa Paşa’nın birbirini müteakip tahriratlarını vücut eyledi.”

Sultan III. Selim Neşetâbat Sarayı’nı kardeşi Hatice Sultan’ın ikametine tahsis etmiş ve sultan burada yaşamıştır. Hatice Sultan Avrupa mimarisini ve süslemesine yakınlık gösteriyordu. Bu nedenle Büyükdere’de Danimarka Maslahatgüzarı Baron dö Hubş’un evi ile bahçesini görmüş ve sarayı da ona benzer şekilde düzenlemiştir. Danimarka Maslahatgüzarı sultana Mimar Melling’i tavsiye etmiş ve saray ona göre düzenlenmiştir. Mimar Melling sarayın bahçesini Fransız saraylarına benzer şekilde düzenlemiş, dolambaçlı yolların çevresine leylak, akasya ve gül ağaçları diktirmiştir.

Hatice Sultan kardeşinin tahttan indirilmesinden sonra Sultan II. Mahmut zamanında 1821 yılında burada ölmüştür. Saraydaki değerli eşyalarından bazıları Çinili Meydan’da satılmıştır. Sultan II. Mahmut sarayı kızlarına tahsis etmiştir. Bunlardan Saliha Sultan bu sarayda uzun yıllar oturmuştur. II. Mahmut’un kız kardeşi Hibetullah Sultan 1841 yılında burada ölmüştür.

Abdülmecit devrinde saray yine sultanların ikametine ayrılmıştır. Kırım Savaşı sırasında İstanbul’a 1853’te gelen Prens Napeleon bu sarayda ağırlanmıştır.

Neşetâbat Sarayı önden denize, arkadan da yola yönelik yapılar topluluğu halinde idi. Bunlar dikdörtgen planlı iki katlı bloklar olarak yapılmıştı. Yapı üslubu tamamen barok ve rokokoya benziyordu. Saray bölümlerinin ortasında denize yönelik bir salon ve onun çevresinde de odalara yer verilmiştir. Ayrıca cephelerin ortaları ahşap sütunların taşıdığı şahnişlerle dışarı taşırılmıştır.

Hatice Sultan’ın ölümünden sonra bir süre diğer sultanlar burada oturmuş ve 1892 yılında yıktırılmış, yerine Sultan II. Abdülhamit’in kızları Zekiye ve Naime sultanlar için birbirine benzer iki küçük saraylar yaptırılmıştır.


Çifte Saraylar (Beşiktaş)

İstanbul Beşiktaş ilçesi, Fındıklı semtinde Meclis-i Mebusan Caddesi üzerinde bulunan Çifte Saraylar Sultan Abdülmecit (1839–1861) tarafından kızları Cemile ve Münire Sultanlar için yaptırılmıştır. Sarayların yapımına 1856 yılında başlanmış, 1859 yılında da tamamlanmıştır. Mimarı Balyan ailesinden Garabet Amira Balyan’dır.

Çifte Saraylar olarak isimlendirilen bu saraylardan Molla Çelebi Camisi’ne yakın olanı Cemile Sultan’a aittir. Cemile Sultan Mahmut Celaleddin Paşa ile evlenmiştir. Sarayın düğün tarihine kadar tamamlanamaması üzerine sultan bir süre Emirgân’daki Mısırlı İsmail Paşa Yalısı’nda oturmuş ve altı ay sonra bu saraya yerleşmiştir. Cemile Sultan’ın 1915’te ölümünden sonra saraya Dervişzâde Ahmet Paşa ile evli olan Nazime Sultan yerleşmiştir. Sonraki yıllarda Çırağan Sarayı’nın yanması üzerine Meclis-i Mebusan ve Meclis-i Âyan 1913–1920 yıllarında çalışmalarını bu sarayda sürdürmüştür. Cumhuriyetin ilanından sonra saray 1926’da Güzel Sanatlar Akademisi’ne devredilmiştir. 1 Nisan 1948’de yanmış ve bu yangın sırasında kütüphanesindeki değerli kitaplar, dosyalar, ders malzemeleri ve tablolar da yok olmuştur. Bu olaydan sonra saray Y. Mimar Sedat Hakkı Eldem tarafından hazırlanan proje doğrultusunda yeniden yapılmış ve 23 Nisan 1953’te Güzel Sanatlar Akademisi burada öğrenimine başlamıştır.

Çifte Saraylar’ın diğer bölümünü oluşturan Münire Sultan Sarayı’nda Sultan Abdülmecid’in kızı Münire Sultan yaşamıştır. Sultanın 1862’de ölümünden sonra Abdülaziz’in kızlarından Saliha Sultan, ardından II. Mahmut’un kızı Adile Sultan bu sarayda yaşamıştır. Adile Sultan’ın 1899’da ölümü üzerine saray Sultan Abdülaziz’in damadı Ahmet Zülküf Paşa’ya geçmiştir. Cumhuriyet döneminde bir süre III. Kolordu Komutanlığı karargâhı olarak kullanılmıştır. 1943–1952 yıllarında İstanbul Edebiyat Fakültesi burada ders görmüş, 1970 yılına kadar Atatürk Kız Lisesi olarak kullanılmıştır. Ardından Mimar Sinan Üniversitesine devredilmiş ve Y.Mimar Sedat Hakkı Eldem’in projesi ile yeniden yapılmış ve 21 Kasım 1975’te Mimar Sinan Üniversitesi burada eğitimine başlamıştır.

Çifte Saraylar’ın her ikisi de denize paralel olarak yapılmış ve bu plan düzenlemesi iç mekânda da aynen uygulanmıştır. Birbirlerine simetrik olan eksenlerin ortada kesiştiği alanda büyük ve denize paralel dikdörtgen planlı bir sofaya yer verilmiştir. Bu sofa ikişer direkle yan sofalara açılmıştır. Sarayın odaları deniz ve karaya yönelik cephelere peş peşe sıralanmıştır. Bezemelerde ve mimari yapıda ampir üslubunun egemen olduğu görülmektedir. Bu nedenle pencerelerin üzerine yer yer üçgen alınlıklar, kat silmeleri ve geniş saçaklar eklenmiştir.


Beyhan Sultan Sahil Sarayı (Beşiktaş)

İstanbul ili Beşiktaş ilçesinde, Arnavutköy Akıntıburnu’nda bulunan bu saray günümüze gelememiştir. Beyhan Sultan (1766–1824), Sultan III. Mustafa’nın kızı, Sultan III. Selim’in de kız kardeşidir. Halep Valisi Silahtar Mustafa Paşa ile evlendiğinde büyük olasılıkla Eski Saraydan ayrılarak kendisine tahsis edilen Çifte Saraylara yerleşmişti. Beyhan Sultan adına yapılan sahil sarayın yapımına 1800 yılında başlanmıştır. Mimarları Mimarbaşı Mustafa ile Şehremini Hayrullah ağalardır.

James Robertson’un 1853–1854 yıllarında çektiği İstanbul fotoğraflarında görülen yalılar arasında bu sarayın kalıntıları görülmektedir. Buna dayanılarak sarayın görkemli bir cephe görünümü olduğu anlaşılmaktadır. Dar bir rıhtım üzerinde bulunan saray, yüksek bir sağır duvar üzerinde iki katlıdır. Bu katlar denize doğru çıkmalarla genişletilmiştir. Ayrıca tüm cephe pencerelerle kaplanmış, çoğu kafesli olan bu pencereler arasına plasterler yerleştirilmiştir. Üst noktasının üçgen bir şekildeki alınlıkla sonuçlandığı sanılmaktadır.


Yıldız Sarayı (Beşiktaş)

İstanbul ili Beşiktaş ilçesinde bulunan Yıldız Sarayı, deniz kıyısından başlayarak, kuzeye doğru yükselen tüm yamaçları ağaçlarla kaplı 500.000 m2 yüzölçümü olan koruluk ve bahçeler içerisindeki köşklerden, saraylardan ve çeşitli yapılardan meydana gelmiştir. Sarayın bulunduğu “Hazine-i Hassa”ya kayıtlı bu arazi Kanuni Sultan Süleyman döneminden beri padişahlar tarafından av sahası olarak kullanılmaktaydı.

Bu araziye ilk kasrı Sultan I. Ahmet (1603–1617) yaptırmıştır. Sultan IV. Murad (1617–1640) bu alana avlanmaya geldiğinde bu kasırda dinlenmiştir. Bunun ardından XVIII. yüzyılda önce Sultan III. Selim (1789–1807) annesi Mihrişah Sultan için bir başka kasır daha yaptırmış ve bu kasra Yıldız ismini vermiştir. Bunun yanı sıra sarayın iç bahçesine de rokoko üslubunda bir çeşme eklemiştir. Sultan III. Selim’den sonra Sultan II. Mahmud (1808–1839) Yıldız Sarayı bahçesinde düzenlenen ok atışları ve güreş oyunlarını seyretmek için buraya gelmiştir. Bu nedenle de 1834–1835 yıllarında yeni bir köşk yaptırarak çevresine yeni bir bahçe düzenlemiştir. Sultan II.Mahmud “Asakir-i Mansure-i Muhammediye” ismi ile kurduğu yeni ordusunun talimlerini Yıldız Sarayı bahçesinde yaptırmış ve onları izlemiştir. Sultan II. Mahmud’un oğlu Sultan Abdülmecid (1839–1861) burada yapılmış olan köşkleri yıktırmış ve onlardan daha güzel olan “Kasr-ı Dilküsa” isimli köşkü 1842 yılında annesi Bezm-i Alem Valide Sultan için yaptırmıştır. Sultan Abdülaziz’in (1861–1876) ise, Osmanlı İmparatorluğu’nda bir yüzyılı aşkın süre mimari yapıları ile hâkim olan Balyan ailesine Büyük Mabeyn Köşkünü yaptırmış ardından dış bahçede Malta ve Çadır Köşkleri ile asıl sarayı oluşturan Çit Kasrını onlara eklemiştir. Böylece Yıldız Sarayı, Osmanlı padişahlarının yaptırmış olduğu köşklerle saray kompleksine dönüşmüştür.

Sultan Abdülaziz’in tahttan indirilmesinden sonra yerine geçen Sultan V. Murad (1876) üç aylık saltanatını Yıldız Sarayı’nda sürdürmüştür. Sultan Murad’ın akli dengesizliğinden ötürü tahttan indirilmesinden sonra kardeşi Sultan II. Abdülhamid (1876–1909) Dolmabahçe Sarayı’nın deniz kıyısında bulunması ve sarayın herhangi bir ayaklanmada denizden kuşatılma olasılığını göz önünde bulundurarak Yıldız Sarayı’na taşınmıştır.

Bundan sonra sarayın yeniden yapılanmasına başlanmış, çevredeki araziler satın alınarak bugün Yıldız Parkı denilen dış bahçeler genişletilmiş ve bunun içerisinde de yeni imar çalışmaları yapılmıştır. Böylece saray bahçeleri ile birlikte 80 dönümlük bir araziye yayılmıştır. Yıldız Sarayı Hümayunu ismi verilen bu yapı topluluğunda sultanların, şehzadelerin ikamet olarak kullandıkları, resmi görevlilerin görev yaptıkları köşkler, tiyatro, müze, kitaplık, eczane, hayvanat bahçesi, mescit, hamam, tamirhane, marangozhane, demirhane, kilithane gibi çeşitli yapılar bulunuyordu. Ayrıca sarayın hemen dışında da Osmanlı I.Ordusuna bağlı bir hassa tümeni de konuşlanmıştı.

Sultan Abdülhamid’in tahttan indirilmesinden sonra yerine geçen Sultan Mehmet Reşat (1909–1918) buradaki Hususi Daire denilen köşkün Dört Mevsim Salonunda ameliyat edilmiştir. Sultan VI. Mehmet Vahdettin ise (1918–1922) Dolmabahçe Sarayı’nda ikamet etmiş zaman zaman da Yıldız Sarayı’na gelmiştir.

Yıldız Sarayı, Avrupa şehircilik ve saray kompleksine göre biçimlendirilmiştir. Sarayda birbirini izleyen avlular, bu avluların çevresinde yapılar sıralanmıştır. Oldukça geniş bahçenin çevresinde de küçük köşkler, tiyatro, kütüphane sıralanmıştır. Sarayın I.Avlusunda Büyük Mabeyn Köşkü, Yaveran Dairesi, Çit Kasrı, Silahhane, Marangozhane bulunmaktadır. Sarayın II. Avlusunda ise Harem binalarının yanı sıra kültürel ve sanatsal yapılar bulunmaktadır. Has Bahçe adı ile bilinen yerdeki Harem Dairesi’nden başlayan saray Cihannüma Köşkü’ne kadar devam etmektedir. İç Bahçenin değişik yerlerine birbirlerinden bağımsız, Ata Köşkü, Kameriye Köşkü ve Cihannüma Köşkü gibi köşkler yapılmıştır.

Sarayın en görkemli yapısı olan Abdülaziz’in Balyan ailesine yaptırdığı Büyük Mabeyn Köşkü’nün yanında Seyir Köşkü ve Çit Kasrı, onların karşısında da Yaveran Dairesi bulunmaktadır.

Osmanlı İmparatorluğu’nun sona ermesinden sonra saray uzun süre terk edilmiş, bir süre Harp Akademileri binası olarak kullanılmıştır. Bu arada sarayın bazı bölümleri TBMM Milli Saraylar Daire Başkanlığı’na, İslam Tarih Sanat ve Kültür Araştırma Merkezi’ne (IRCICA) Yıldız Üniversitesi’ne bağlanmış bir bölümü de 1978 yılında Kültür Bakanlığı’na devredilmiştir.


Büyük Saray (Eminönü)

İstanbul ili Eminönü ilçesinde, Sultanahmet Camisi'nin güneyinde, Hipodromdan Marmara Denizi’ne kadar uzanan 100.000 m2’lik alanı Bizans’ın Büyük Sarayı kaplamıştır. Burada birbirlerinden ayrı olarak Bukaleon, Hormistas, Mangan ve Dafne gibi küçük saraylar yaptırılmıştır.

Büyük Saray çeşitli yapılar, tören salonları, kiliseler, bahçeler ve oyun yerlerinden oluşan küçük bir şehir görünümünde idi. Bu saraya İmparatorun Evi, Saray, Mukaddes Saray, Bukaleon, Hipodrom Sarayı, Eski Saray ve Büyük Saray gibi isimler verilmiştir. 

İstanbul’daki Bizans İmparatorluk sarayları ile ilgili bilgiler İmparator VI. Constantinos Porfirogennetos’un (913–959) Törenler isimli kitabından öğrenilmektedir. Bunun yanı sıra A.Mortmann, A.Dethier, J.Ebersolt, E.Maumbory, Th.Wiegand gibi araştırmacılar bu bilgilerin ışığı altında yaptıkları kısa süreli sondajlarla Büyük Saray’ı tanıtmaya çalışmışlardır.

İngiltere’nin Edinburg’taki St.Adrews Üniversitesi adına Dr.D.Russel’in mali ve ilmi yardımları ile 1933-1938 yıllarında Prof.Dr. J.H.Baxter’in burada yapmış olduğu kazılarda Büyük Saray’a ait mozaiklerin büyük çoğunluğu ortaya çıkmıştır. Alman mimarlarından G.Martiny kazı alanının planını çıkarmış ve bu çalışmaları yaparken de mozaiklerle karşılaşmıştır. Mozaiklerin ortaya çıkışı ile birlikte alan genişletilmiş ve bunun yanı sıra da mimari elemanlar, çanak çömlek parçaları da bulunmuştur. Çalışmalar 3.500 m2’lik sütunlu bir avluyu ortaya çıkarmıştır. Çevresi 6 m2’lik sütunlu geçitlerle çevrili olan bu avlunun güneydoğu kesiminde 25 m. uzunluğunda, 16.50 m. genişliğinde bir yapı ile bağlantılı olduğu da görülmüştür.

II. Dünya Savaşı nedeniyle kazı çalışmaları yarıda kalmış, ortaya çıkan mozaiklerin üzeri ince beton bir tabaka ile kapatılmıştır. Prof.Dr.D.Talbot Rice 1951-1954 yıllarında Büyük Saray mozaikleri üzerindeki çalışmaları yeniden başlatmış, mozaikler temizlenmiş ve yeni parçalar da bulunmuştur. Bu arada revaklı avlunun güneybatı, kuzeybatı bölümlerinde döşeme parçaları bulunmuştur. Ayrıca bugün müze olarak açılan kuzeydoğu bölümünde de 170 m.lik oldukça sağlam, iyi durumda bir mozaik döşeme ile karşılaşılmıştır. Burada bulunan mozaik döşemenin Bizans İmparatorluk atölyesinin eseri olduğu anlaşılmaktadır. Bu atölyelerde imparatorluğun dört bir yanından gelen sanatçılar çalıştırılmıştır.

Bizans İmparatorluk Sarayı’nın İstanbul’un arkeolojisine açıklık getirmesi yönünden büyük önemi vardır. Sarayın çevresinde Ayasofya, Aya İrini, Hipodrom, Sergios Bakkhos (Küçük Ayasofya) gibi yapılar bulunuyordu. Kuzeydoğudan güneybatıya doğru eğimli bir arazide kurulan bu saray kompleksi geniş teraslar ve duvarlarla desteklenmiş, saray da meydana getirilen bu alanın üzerinde kurulmuştur. Böylesine geniş bir alana yayılan sarayın doğusunda Magnaura ile Khalke bölümleri, güneybatısında muhafız alayı kışlaları ve diğer yan kuruluşlar yer alıyordu. Sarayın batısında İmparatorun kabul salonu ile günlük yaşantısını sürdürdüğü bölümler vardı.

İmparator I.Constantinius’un (306–337) başlattığı bu yapı topluluğu, onu izleyen imparatorların yaptırdığı ilavelerle daha da genişletilmiştir. I.Iustinianus (527-565), II.Iustinos (565-578), V.Constantinos (741-775), Teophilos (829-842), I.Basileios (867-886) ve VI. Leon’un (886-912) sarayın genişletilmesinde büyük katkıları olmuştur. Sarayın kuzeybatısında Hipodrom, Zevk Siopos Hamamları, güneybatı ve güneydoğusunda deniz, kuzeyinde Ayasofya, Senato Binası ile Augusteion Meydanı bulunuyordu.

Sarayın görkemli girişini I.Constantinius yaptırmıştır. Buradaki Khalke bölümünün altın yaldızlı kapısı ile Bizans kaynaklarından öğrenildiğine göre, ilginç bir kubbesi vardı. Daphe diye isimlendirilen oktogonal planlı yapının ortasında I.Constantinius’un salonu bulunuyordu. İmparatorun yabancı devlet elçilerini kabul ettiği Magnaura da yine bu dönemde yapılmıştır. II.Theodosius zamanında (408-450) saray alanındaki çalışmalar Marmara kıyılarına kadar yayılmıştı. Bu arada 409 yılında saray yakınlarında özel yapıların yapılması da yasaklanmıştı. Nika İhtilali sırasında, 532’de yakılan bu sarayı İmparator Iustinianus yeniden yaptırmıştır. Bu sırada Khalke kapısının içerisinde bulunan çeşitli heykeller, imparator tasvirleri ve mozaikler de bu bölümü çok daha zenginleştirmiştir.

Iustinianus’un saray topluluğuna eklediği en önemli yapılardan birisi de Çatladıkapı’daki Hormistas veya Bukaleon Sarayı diye isimlendirilen bölümlerdir. Pek az kalıntının günümüze ulaşan bu bölümün de imparatorun tahta çıkmadan önce tahta çıkmadan önce yaşadığı mekânlar olduğu sanılmaktadır. Sarayın bu bölümleri XX. yüzyılın başında buradan geçirilen Sirkeci demiryolunun yapımı sırasında yıkılmış ve büyük bir kısmı da çevredeki yeni yapılanmaların altında kalmıştır. Günümüzde sahil yolu üzerinde mermer söveli pencereleri ile bu sarayın mahzeni ve görkemli kapısı görülebilmektedir.

Saray II.Iustinianus zamanında batıya doğru genişletilmiş ve buradaki yapılara son derece görkemli bir taht salonu eklenmiştir. Oktogonal görünüşlü, küçük kubbeli bu taht salonu bir bakıma İtalya’daki St.Vitale ile Sergios Bacus’a benziyordu. İçerisi tümü ile mozaiklerle kaplanmıştı. Buradan Hipodroma geçişi sağlayan Triklinos denilen geçit de yine bu dönemde yapılmıştır. Bunun ardından V.Constantinius Hıristiyanlığın kutsal eşyalarının korunduğu Meryem Kilisesini, I.Basileus da Yunan haçı planlı Hagios Demetrius Kilisesini, hapishaneyi ve Taykanisterion denilen oyun sahnesini yaptırmıştır. VII. Constantinius Porphyrogennetos döneminde (913–959) eski sarayın tümünü yeni baştan restore ettirmiştir.

Bizans imparatorlarının IV.-IX. Yüzyıllar arasında yaşadıkları Büyük Saray X. yüzyıldan sonra önemini yitirmiştir. Komnenos sülalesinin imparatorları Ahırkapı ile Sarayburnu arasındaki Manganlar Sarayına ve Ayvansaray’daki Blakerna Sarayına önem vermişlerdir. Bu dönemde Büyük Saray yalnızca resmi toplantılara ayrılmıştır.

İstanbul’un Latin İstilası sırasında (1204–1261) kentin birçok yapıları gibi Büyük Saray’da yağmalanmış ve kısmen yıkılmıştır. İstanbul’u Latinlerden geri alan VII. Mikhael Palaiologos (1259–1282) Blakerna Sarayının onarımı tamamlanıncaya kadar Büyük Sarayda yaşamıştır. Bizans İmparatorluğu’nun son yıllarında Büyük Saray kendi haline bırakılmış, gereksinim duyuldukça yapı malzemeleri sökülmüş ve başka yerlerde kullanılmıştır.

İstanbul’un fethinden 30 yıl kadar önce buraya gelen Floransalı Buendelmonde Büyük Sarayın tamamen terk edildiğini ve bir taş yığını görünümünde olduğunu belirtmiştir.

İstanbul’un fethinden sonra Büyük Saray’ın bulunduğu alan, şehrin yeniden yapılması ile ele alınmıştır. Bunun sonucu olarak da sarayın kalıntıları çevrede yeni kurulan mahalleler arasında kalmıştır. XVII. yüzyılda Sultanahmet Camisi’nin arastası bu sarayın kalıntılarının üzerine yapılmıştır. Sultanahmet’teki 1865–1852 yıllarında çıkan yangınlar arasta ile birlikte Büyük Saray kalıntılarının daha da harap olmasına neden olmuştur.

Büyük Saray’a ait bazı kalıntıların olduğu yerde mozaiklerin ortaya çıkması üzerine bu bölüm “Mozaik Müzesi” ismi altında 3 Aralık 1953’te İstanbul Arkeoloji Müzeleri’ne bağlı bir bölüm olarak ziyarete açılmıştır. Açılan bu müze 26 Eylül 1979’da Ayasofya Müzesi yönetimine bırakılmıştır. Günümüzde bu müzenin ismi “Büyük Saray Mozaikleri Müzesi” olarak değiştirilmiştir.


Mangana (Manganlar) Sarayı (Eminönü)

İstanbul ili Eminönü ilçesi, Topkapı Sarayı ile Sarayburnu Değirmen Kapısı arasındaki yamaç ve alanlarda Bizans döneminde Mangana olarak isimlendirilen saray, savaş gereçlerinin depoları ve Ayios Yeryios Manastırı bulunuyordu.

Mangana Sarayı başlangıçta İmparator I.Mihael’in (811–813) IX. yüzyılda burada yaptırdığı bir köşk ve ona bağlı yapılardan oluşmuştur. İmparatorun oğlu İgnatios burada yaşarken İmparator I.Basileios (867–886) onu buradan çıkarmış ve patrik yapmıştır. Bundan sonra saray kendi haline terk edilmiştir. Bizans İmparatorları X.-XI. yüzyıllarda Büyük Sarayın yerine Mangana Sarayını tercih etmişlerdir. Bu arada Mangana Sarayı Bizans’ın gözden düşen saray mensuplarının hapsedildiği bir yer konumuna gelmiştir.

XII. yüzyıldan sonra, büyük olasılıkla II.İsakion Angelos (1185-1195) zamanında saray yıktırılmış ve taşları başka yerlerde kullanılmak üzere sökülmüştür. İstanbul’un fethinden sonra bazı kalıntılarının ayakta kaldığı kaynaklardan öğrenilmektedir. Tarihçi Dukas’ın yazdığına göre, fetihten sonra bu sarayın kalıntılarının olduğu yere dervişler yerleşmiş ve burası bir dergâha dönüşmüştür. Topkapı Sarayı’nın yapımı ile birlikte sarayın bulunduğu alan Sur-u Sultani ile çevrilmiş ve saray Topkapı Sarayı’nın sınırları içerisinde kalmıştır.

I.Dünya Savaşı’nda İstanbul’un işgalinde Fransız birlikleri sarayın bulunduğu yerdeki askeri depolara el koymuşlar, buradaki sarayın mahzenlerinden ve sarnıçlarından yararlanmışlardır. R.Demangel ve E.Mambory sarayın kalıntılarını incelemişler ve planlarını çizmişlerdir. Fransız işgal ordusunun 1923’te İstanbul’dan ayrılmasından sonra bu mahzen ve sarnıçlar kendi haline terk edilmiştir.

R.Demangel ve E.Mambory’nin Manganlar Sarayı ile ilgili verdikleri bilgilere göre; Mangana Sarayı’nın alt yapısına ait olduğu sanılan büyük bir mahzen ile askeri depolara kadar uzanan saray İncili Köşk’e kadar uzanıyordu. Buradaki 65x40 m. genişliğindeki dikdörtgen planlı bir mekân olup, içerisinde paye ve sütunlar bulunuyordu. Bu mekânın yanlarında da onları tamamlayan daha dar mekânların izlerine değinilmiştir. Bütün bu bölümlerin izleri kubbeli tonozlarla örtülmüştü.

Mangana Sarayı olarak tanımlanan bu yapının beş katlı olduğunu İmparator I.Aleksios’un kızı Anna Komnena yazmıştır. Onun söylediğine göre, sarayın son derece muhteşem bir görünümü vardı. Mangana Sarayı ile ilgili bunun dışında kaynaklarda yeterli bilgi bulunmamaktadır.


Tekfur Sarayı (Fatih)

İstanbul ili Fatih ilçesinde, Edirnekapı ile Eğrikapı arasında Bizans kara surlarına bitişik olan Tekfur Sarayı, Konstantin Sarayı, Porfirogennetos Sarayı isimleri ile tanınmıştır. Halk arasında bu saraya Tekir Sarayı ismi de yakıştırılmıştır.

Büyük Sarayın XII. Yüzyıldan sonra terk edilmesi ve yıkılmaya bırakılmasından sonra Tekfur Sarayı önem kazanmıştır. Saray eski sur duvarı ile Theodosios surları arasında üç katlı olarak kesme taş, moloz taş ve tuğladan yapılmıştır. Sarayın alt katında ikiz olarak düzenlenmiş dört kemerle önündeki avluya açılan 17 m. uzunluğunda yüksek bir bodrumu bulunmaktadır. Bu bölümde yapılan araştırmalarda iki dizi halinde sütunların on iki bölüme ayrıldığı kalıntılarından anlaşılmaktadır. Üst katlarla bu bölüm arasındaki mimari uyumsuzluktan alt katın daha erken dönemde yapılmış bir yapıya ait olduğu anlaşılmaktadır. Bu bodrumun üzerindeki birinci kat avluya açılan kemerli pencerelerle aydınlatılmıştır. Büyük kemerler içerisinde olan bu pencerelerin iç tarafında, iki yanlarında nişler bulunmaktadır. Buradan bir rampa ile çıkıldığı sanılan 24.00x11.00 m. ölçüsündeki üst katın dört duvarına da pencereler açılmıştır. Ahşap döşemeli olduğu sanılan bu kat sarayın en görkemli bölümüdür. Bu bölümün doğu-güney köşesinde bulunan sura ait burcun üzerindeki mermer konsollar bir balkonun varlığına da işaret etmektedir. Nitekim bu balkon Piri Reis’in İstanbul minyatüründe de görülmektedir. Güneye bakan cephenin ortasında şahniş şeklinde bir çıkma bulunmaktadır. Aynı zamanda burada küçük bir şapele de yer verilmiştir.

Sarayın üst örtüsünün çifte meyilli ahşap bir çatı ile örtülü olduğu alınlıklarından anlaşılmaktadır.

Sarayın şehre yönelik güney cephesi bezemesiz kesme taştan yapılmıştır. Yalnızca üst kattaki pencerelerin kemerleri taş ve tuğladan süslemelerle hareketli bir görünüme sokulmuştur. Avluya yönelik cephe ise tuğla ile bezenmiştir. Böylece Tekfur Sarayı’nın asıl cephesinin avluya bakan cephe olduğu anlaşılmaktadır. Burada beyaz taş ve kırmızı tuğlalar bir arada kullanılmıştır. İki katı birbirinden ayıran friz ile kemer aralarındaki üçgen yüzeyler taş ve tuğlaların meydana getirdiği geometrik motifler şeklindedir. Kemerlerin etrafında küçük süs çömleklerinin harç içerisine yerleştirildiği de izlerden anlaşılmaktadır.

Tekfur Sarayı tek başına bir yapı olmayıp, sur boyunca uzanan bir saray topluluğunun bir bölümüdür. Nitekim bunun kuzeyinde 30–40 m. uzaklıkta bir başka pavyonun muntazam taş ve tuğla dizili cephe kalıntıları görülmektedir.

Tekfur Sarayı İstanbul’un fethinden sonra çeşitli amaçlarla kullanılmıştır. XVI. yüzyıl Piri Reis İstanbul resminde, Melchior Lorichs’in İstanbul panoramasında da sarayın sağlam bir halde olduğu, üzerinin çift meyilli bir çatı ile örtülü olduğu resmedilmiştir. Ancak bu dönemde bu sarayın ne amaçla kullanıldığı konusunda kesin bir bilgi bulunmamaktadır.

Tekfur Sarayının bulunduğu yerde İznik’ten getirilen ustalar 1718-1719’da çini yapım merkezi kurmuşlardır. Bu imalathanede yapılan çiniler Osmanlı çini sanatında Tekfur Sarayı Çinileri olarak tanınmıştır. Kalite olarak XVI. yüzyıl çinilerinden daha aşağı düzeydeki bu çiniler İstanbul’un çeşitli yerlerinde yapılan camilerde kullanılmıştır.

XIX. yüzyıl başlarında burada bir şişehane açılmış, daha sonra Musevilerin toplu olarak oturdukları mesken konumuna gelmiştir.

XX. yüzyılın başlarında dört duvarı ayakta olan Tekfur Sarayının yıkılmasını önlemek için avlu cephesini taşıyan sütunları demir dikmelerle desteklenmiştir. 1955–1970 yılları arasında yapılan onarımlarda bu demirlerin yerlerine mermer sütunlar konmuş ve duvarların yıkılması önlenmiştir.

Bu dönemde saray Eski Eserler ve Müzeler Genel Müdürlüğü’ne devredilmiş, Ayasofya Müzesi Müdürlüğü’nün denetimine bırakılmıştır. Günümüzde Fatih Belediyesi’nin kontrolünde yeni düzenlemeler yapılmakta, yeni bir fonksiyon verilmeye çalışılmaktadır.


Brias Sarayı (Maltepe)

İstanbul ili Maltepe ilçesi, Küçükyalı’da bulunan Brias Sarayı’nın ne zaman ve kimin tarafından yaptırıldığı kesinlik kazanamamıştır. Bazı kaynaklar sarayın I.Tiberios Constantinos (578–582) ve Mavrikios (532–602) dönemlerinde 532 yılında yapıldığını belirtmişlerdir. Büyük olasılıkla o tarihlerde basit bir av köşkü olarak yapıldığı sanılmaktadır.

Sarayın yapımında o bölgede bulunan antik çağa ait bir mabedin taşlarından yararlanılmıştır. Sarayın yakınına sonraki yıllarda Satiros Manastırı yapılmıştır. Bu sarayın bulunduğu yerde İmparator Teofilos zamanında yapılmış üç nefli bir kilise olduğu da bilinmektedir.

Brias Sarayı’nın yerini Bizans sanat tarihçileri araştırmış, Maltepe’nin doğusunda, Dragos Tepesi’nde araştırmalar yapmışlardır. Küçükyalı’da bulunan kalıntıların Brias Sarayına ait olduğu sanılmaktadır. Ancak burada yeterli bir arkeolojik kazı yapılmamıştır.

Günümüze gelen kalıntılardan dikdörtgen planlı, içerisinde üç sıra halinde sütun dizisi bulunan bir avlu ile dört payenin taşıdığı üzeri tonozlu, kare bir bölümden olduğu sanılmaktadır. Bununla beraber saray ile ilgili bilgiler, bulunan kalıntının saraya ait olup, olmadığı konusu da kesinlik kazanamamıştır.


Eski Saray (Eminönü)

İstanbul’un fethinden sonra Osmanlıların yapmış olduğu ilk saray Beyazıt’ta Süleymaniye ile Beyazıt Camisi arasında bugünkü İstanbul Üniversitesi’nin bazı bölümlerinin içerisinde bulunduğu alandadır. Araştırmacılar tarafından sarayın bulunduğu alanda bir manastır kalıntısının veya senatonun kalıntılarının bulunduğu iddia edilmiştir. Ancak bu iddialar yeterince aydınlatıcı değildir.

Osmanlı kaynaklarından Edirneli tarihçi Ruhi Edrenevi’nin belirttiğine göre sarayın mimarı, Edirne’de Üç Şerefeli Cami ile Edirne Sarayı’nı yapmış olan Musliheddin’dir.

Bizans tarihçisi Dukas Fatih Sultan Mehmet’in şehrin ortasında bir saray yaptırmak istediğini belirtmiştir. Sarayın yapımı 1458’de tamamlanmıştır. Bahçe içerisindeki sarayın iyi korunmuş bir harem dairesi ile padişah ve içoğlanlar için kasırlar, köşkler, idari yapılar ile vahşi hayvanların bulunduğu av sahalarından oluşmuştur.

Tarihçi Dukas saray bahçesinde I.Theodosios’un diktirmiş olduğu, spiral süslemeleri olan anıtsal bir sütundan da söz etmektedir. Bunun yanı sıra saray duvarlarının bir mil uzunluğunda olduğunu, duvarlarda dört adet kapı bulunduğunu da belirtmiştir. Bu sarayda içoğlanı olarak yaşamış Giovantonino Menavino, burada 25 yapının olduğunu, bahçesinde deve kuşlarının, tavus kuşlarının ve diğer egzotik kuşların dolaştığını yazmıştır. Bunun yanı sıra Eski Saray ve etrafını kuşatan bahçe duvarları 1479’da yapılmış Giovanni Andrea Vavassore’nin haritasında da görülmektedir. Ayrıca Matrakçı Nasuh’un Beyan-ı Menazil’indeki İstanbul tasvirinde şehir içerisindeki konumu açıkça belli olmaktadır.

Topkapı Sarayı yapıldıktan sonra İstanbul’un fethinden sonra yapılan bu ilk saray “Saray-ı Atik” ismini almıştır. Topkapı Sarayı’na da Saray-ı Cedid ismi verilmiştir.

Eski Sarayın yapımının bitiminden sonra, 1458’de Fatih Sultan Mehmet Topkapı Sarayı’nı yaptırmaya başlamıştır. Bazı iddialara göre de Topkapı Sarayı başlangıçta yalnızca devlet yönetimine ayrılmış olup, içerisinde harem dairesi bulunmuyordu. Topkapı Sarayı’nda harem dairesi Kanuni Sultan Süleyman’ın (1520–1566) eşi Hürrem Sultan’ın padişahın yanında olmak istemesinden ötürü XVI. yüzyılın ortalarında yapılmıştır.

Eski Sarayda yaşayan kalabalık bir saray mensubu bulunuyordu. Eski Saray 1541 yılında yanınca burada yaşayan harem halkı Topkapı Sarayı’na taşınmıştır. Bundan sonra da Eski Saray gözden düşmüş, yaşlanmış, cariyelerin yanı sıra ölen padişahın annesi, kadınları ve kızları yaşamaya başlamıştır. Burada yaşayan Kadınefendi’lerin erkek çocuklarından birisi Osmanlı tahtına çıktığında burada yaşayan padişah annesi de Valide Sultan olarak Topkapı Sarayı’na dönerdi.

Eski Sarayın tasvirleri yeterli olmadığı gibi yazılı bilgiler de son derece sınırlıdır. Yalnızca Vavassore haritası ile Diliçh haritalarında avluya hâkim bir hünkâr dairesinin resmi görülmektedir. Evliya Çelebi ile Michel Baudier sarayın dört köşeli, 12 bin arşın uzunluğunda bir sur ile çevrili olduğunu belirtmiştir. Evliya Çelebi saray çevresinde yeniçeri ağası Lala Mustafa Paşa, Piri Mehmet Paşa ve Esma Sultan saraylarının bulunduğuna da değinmiş ve sözlerine şöyle devam etmiştir:

”…Burçsuz, duvarsız, dişsiz, kalesiz ve hendeksiz bir surdur. Ama gayet sağlam yapılıp bütün duvar üzeri mavi kurşun ile örtülüdür. O zamanlar çepeçevre ölçüsü 12 bin arşın idi. Dört köşeli bir binadır. Bir tarafı Sultan Beyazıt Kazancıları köşesinden Misk-i Sabunu Kapısına kadar, bir köşesi Talak Mustafa Paşa Kapısında son bulurdu. Oradan bir tarafı Küçükpazar Seddi ve sarnıcı üzere bitmişti. Halen Yeniçeri Ağası sarayı ve Siyavuş Paşa sarayının yeri, meskür eski saray yerinde idi. Bir köşesi tâ Tahtakale üstündeki sedden geçip yine kazancı tüccarları köşesine gelinceye kadar muazzam bir saray yaptırmıştır. Daha sonra Sultan Süleyman bu eski sarayı 3 mil kuşatır bir saray yapıp, 3 kapı koydu. Divan Kapısı doğuya, Beyazıt Kapısı güneye, Süleymaniye Kapısı batıya bakar. Bu sarayın dışında Süleyman Han, Belgrat ve Malta ve Rodos fethi malından Süleymaniye Camisini yaptı ve medreseler ve darülhadis, darülkurra, ebced okuyan çocuklar okulu ve bir sultan çarşısı, düğmeci ve kuyumcular çarşısı yaptırdı. Mahbul Siyavuş Paşa’ya bir muazzam saray ve yeniçeri ağalarına mahsus bir eski saray ve Lala Mustafa Paşa için ve Karamanlı Piri Mehmet Paşa için birer saray ve Gebze’de cami sahibi Mustafa Paşa’ya ve kızı İsmihan Sultan’a da birer saray ve cami hizmetlileri için bir tane oda yaptırıp eski sarayın dört tarafını umumi yollarla çevirtti. Halen hiçbir tarafa bitişiği olmayan muazzam bir saraydır. Yukarıda yazılan vezirler sarayları ve imaretler tamamen bu eski sarayın bulunduğu yere yaptırılmıştır.”

Eski Sarayın surları üzerinde kule olmaması dikkati çekmektedir. Saray 1550 ve 1517 yıllarında yanmış, yeniden yaptırılmıştır. Yeniçeri Ocağı’nın 1826’da kaldırılması ile Eski Saray Bab-ı Seraskeri’ye tahsis edilmiştir. Burada yaşayan kadınlar ise Topkapı Sarayı ile Eyüp’teki Çifte Saraylar’a götürülmüşlerdir.


Kavak Sarayı (Üsküdar Sarayı) (Üsküdar)

İstanbul ili Üsküdar ilçesinde, Harem ile Salacak iskeleleri arasında bulunan bu saraydan günümüze hiçbir iz gelememiştir. İstanbul’un fethinden sonra yapılmış olan Eski Saray ve Topkapı Sarayından sonra Osmanlıların yapmış olduğu üçüncü büyük saraydır.

Üsküdar Sarayı XVI. yüzyılda yapılmış, XVIII. yüzyılın sonlarına doğru da ortadan kalmıştır. Bu saray ile ilgili bilgiler arşiv belgeleri, gezginlerin notları ve birkaç gravürden öğrenilmektedir. Kavak Sarayı ile Üsküdar Sarayı’nın aynı saray olup, olmadığı da zaman zaman tartışılmıştır. Büyük olasılıkla bu saray Kanuni Sultan Süleyman (1520–1566) döneminde yapıldığı sanılmaktadır.

Arşiv belgelerinde Mimar Sinan’ın Sultan II. Selim (1566–1574) ve Sultan III. Murat’ın (1574–1595) burada birer köşk ve hamam yaptırdığı, Sultan I. Ahmet (1603–1617) döneminde de Kavak Sarayı’na bir mescit eklediği yazılıdır. Sultan IV. Murat (1623–1640) döneminde saray onarılmış ve buraya bazı ilaveler yapılmıştır. Yine arşiv belgelerinde tam teşkilatlı bir Osmanlı sarayı olduğu da belirtilmiştir.

Sultan III. Selim (1789–1807) burada bir Bostancıbaşı kışlası yaptırmış, 1794 yılında da bu saray yıkılmış, içerisindeki bazı mermerler Topkapı Sarayı’na götürülmüş, bazıları da Selimiye Kışlası’nın yapımında kullanılmıştır. Bundan sonra Kavak Sarayı’nın arazisinin büyük bir kısmına çeşitli askeri yapılar yapılmıştır.

Kavak Sarayı’nı gösteren en önemli belgelerden birisi de G.J.Grelot’nın yayınlamış olduğu Relation Nouvelle d’un Voyage a Constantinople isimli kitaptaki iki gravürdür. Bu gravürlere göre deniz kıyısına inen kayalıklar üzerindeki bir duvarın arkasında, ağaçların arasında dört ayrı yapı görülmektedir. Bunlardan kuzeydeki yapı büyük olasılıkla Revan Köşkü olarak isimlendirilen revaklı yapıdır. Bu yapı sekizgen planlı, kubbelidir. Bunun dışında kalan köşkler büyük olasılıkla harem ve hizmet binalarıdır.

Osmanlıların bu sarayı yazlık olarak kullandıkları sanılmaktadır. Bunun yanı sıra Doğuya sefer düzenlendiğinde de bu sarayın başlangıç noktası olduğu sanılmaktadır.


Davutpaşa Sarayı (Güngören)

İstanbul ili Güngören ilçesinde, Davutpaşa Sahrası denilen Çırpıcı ve Haznedar dereleri arasındaki tepenin doğu yamacında, Edirne eski kervan yolunda bulunan bu sarayı Sultan II. Beyazıt (1481–1512) döneminde Sadrazam Davut Paşa yaptırmıştır. Davutpaşa Sahrası’ndaki sarayın yakınında XIX. yüzyılda Davutpaşa Kışlası yapılmıştır.

Davutpaşa Sarayı etrafı duvarlarla çevrili geniş bir alan içerisinde çeşitli köşkler, daireler, geniş bir havuz, mescit, hamam ve hizmet binalarından meydana gelmiştir. Bu saraydan günümüze yalnızca Davutpaşa Kasrı olarak bilinen yapı ile Sancak Köşkü denilen bir diğer yapının kalıntıları gelebilmiştir. Sarayı oluşturan yapıların büyük bir kısmı XVI. yüzyılın sonlarına doğru yıkılmıştır.

Osmanlı devleti Batı’ya doğru sefere çıktığında bu sarayın çevresinde ilk konaklama yapılırdı. Burada ordunun son teftişi, yoklamaları yapılır ve sefer yürüyüşü de buradan başlardı. Sefere katılacak eyalet askerleri bundan sonraki konak yerlerinde sefere çıkan Kapıkulu asker ocaklarına katılırlardı. Padişah sefere çıkmıyorsa orduyu buradaki saraydan uğurlar, dönüşünde de burada karşılardı. Davutpaşa Sarayı’nda seferden dönen orduyu karşılayan son padişah Sultan IV. Mustafa olmuştur.

Davutpaşa Sarayı eski kaynaklarda Taş Köşk veya Taş Kasır isimleri ile geçmiştir. XVI. yüzyılda yeniden yapıldığı konusunda bir arşiv belgesine rastlanmıştır. Buna göre kasır, Sultan III. Mehmet (1595–1603) zamanında Hassa Başmimarı Dalgıç Ahmet Ağa tarafından yaptırılmaya başlanmıştır. Sultan III. Mehmet’in 1603 yılında ölümünden sonra da kasrı Sultan I. Ahmet (1603–1617) tamamlamıştır. Saray en parlak dönemini Sultan IV. Mehmet (1648–1687) zamanında yaşamıştır. Başlangıçta padişahların kısa bir süre kalması için yapılmışsa da bu yıllarda Osmanlı padişahları uzunca bir süre burada yaşamışlardır. Sultan IV. Mehmet 1652 yılında buraya bir mescit yaptırmış, daha sonra bu mescide minber konulmuş, minare de eklenerek camiye dönüştürülmüştür.

Davutpaşa Sarayının bazı bölümlerinin 1725 yılında yıkıldığı arşiv belgelerinden anlaşılmaktadır. Bu yapıların taşları Bakırköy Baruthanesi’nin onarımında kullanılmıştır. Davutpaşa Sarayı’ndan günümüze kalan kasır, muntazam kesme taştan iki katlı olarak yapılmıştır. Batısında iki yana doğru taşkın bir bölüm bulunmaktadır. Alt katta girişi sağlayan iki kapısı vardır. Bu kapı baklava başlıklı, tek sütunun taşıdığı iki sivri kemerden meydana gelmiş bir giriş eyvanı biçimindedir. Kasrın girişi tam eksende olmayıp sağ taraftadır. Alt kattaki ana mekân 10.50x1050 m. ölçüsünde kare planlı olup, üzeri kâgir kaburgalı çapraz bir tonozla örtülmüştür. Kasır iki sıra halindeki pencerelerle bol ışık alacak şekilde aydınlatılmıştır.

Girişin sağındaki duvarda bir ocak ve bunun üzerinde de Sultan I. Ahmet’in manzum kitabesinin yazılı olduğu bir çeşme bulunmaktadır. Alt katın doğusunda bulunan ve ana mekândan büyük sivri bir kemerle ayrılan çıkıntı zeminden biraz daha yüksektedir. Her iki mekân üzerinde kum saati bulunan sütunçelerin taşıdığı kemerle ayrılmıştır. Merdivenle çıkılan üst kat ana mekâna girişi sağlayan kemerli eyvanlar halindedir. Ana mekân alt katta olduğu gibi iki sıralı pencerelerle aydınlatılmıştır. Üzeri pandantifli 10 m. çağında, sekizgen kasnaklı büyük bir kubbe ile örtülmüştür.

Günümüze gelebilen kalıntılardan kasrın son derece güzel bir bezeme ile süslendiği anlaşılmaktadır. Ancak XX. yüzyıldan bu yana kötü kullanımlar nedeni ile bu bezemelerin büyük kısmı yok olmuş kalanlar da özelliğini yitirmiştir. Sarayın İznik çinileri ile bezenmiş olduğu günümüze gelen izlerden ve belgelerden anlaşılmaktadır.

Davutpaşa Sarayı’nın yakınında bulunan, Sancak Köşkü olarak isimlendirilen yapının kalıntılarından oldukça muntazam taş döşeli olduğu anlaşılmaktadır. Yüksekçe bir set üzerindeki bu köşk iki oda ve bu odalar arasında bağlantıyı sağlayan bir dehlizden meydana gelmiştir. Bu köşkün arşiv kayıtlarına dayanılarak üzerinin geniş bir saçakla örtülü olduğu sanılmaktadır.

Davutpaşa Sarayı’ndan günümüze gelen kasır 1938 yılında Y.Mimar Sedat Çetintaş tarafından araştırılmıştır. Bu yapının restorasyonu 1957 yılında yapılmıştır.


Topkapı Sarayı (Eminönü)

İstanbul ili Eminönü ilçesi, Sultanahmet’te bulunan Topkapı Sarayı Osmanlı İmparatorluğu’nun yönetim merkezi ve aynı zamanda Osmanlı hanedanının yaşamını geçirmek için Fatih Sultan Mehmet tarafından 1460–1478 yıllarında yaptırılmış ve çeşitli dönemlerde eklenen yapılarla geniş bir alana yayılmıştır. Aynı zamanda devlet yönetiminde görevlendirilecek çeşitli devlet adamlarının yetiştirildiği, eğitildiği bir merkezdir.

Topkapı Sarayı yerleşme düzeni olarak iyi korunmuş bir kent görünümündedir. Çevresi kısmen surlarla çevrilidir. Sarayın sürekli olarak genişlemesinden ötürü çeşitli mimari üsluplar buraya yansımıştır. Saray tümü ile belirli bir mimari plan düzenine göre değil, küçük pavyonlar halinde köşkler ve dairelerden oluşmuştur.

Saray dış teşkilat ile bölümleri oluşturan Birun denilen bir bölüm ile iç örgütlenmeyi oluşturan Enderun’dan meydana gelmiştir. Bu bölümler birbirleri ile üç ana avlunun çevresinde yapılanmıştır.

Sarayın Alay Meydanı denilen en dıştaki avlusuna kitabesinden h.883 (1478) tarihinde yapıldığı öğrenilen ve Bab-ı Hümayun (Saltanat Kapısı) adı verilen kapıdan girilmektedir. Birûn’u oluşturan bu avluda Aya İrini yanındaki Sempson Zenon denilen düşkünler evi, hastane, fırın, Ambar-i Amire, Saray Darphanesi ve sanatkâr atölyeleri bulunmaktadır. I.Avlu Babüs-Selam denilen kapı ile Divan Meydanı veya Adalet Meydanı denilen ikinci avluya bağlanmaktadır. Osmanlı padişahlarının tahta geçtiği Cülüs törenleri ile cenaze törenleri de yine bu avluda yapılırdı. Babüs-Selam’dan Babüs-Sade’ye Vezir Yolunun sağından, Divan binası XIX. yüzyılda yapılmış Adalet Kasrı bulunuyordu. Divan binasının bitişiğinde de hazine binası yer alıyordu. Avlunun Marmara Denizi’ne bakan kuzeydoğudaki revaklarının arkasında saray mutfakları ile hizmet binaları bulunuyordu. Sarayın Haliç’e yönelik kısmında ise Has Ahırlar ile Arabacılar Dairesi bulunuyor idi.

Babüs-Selam denilen orta kapı ve Divan Meydanı’ndan itibaren asıl saray başlamaktadır. Sultan dışında herkesin atlarından inip yaya olarak içeri girdikleri orta kapıdan sonra ikinci avluya geçilmektedir. Yaklaşık 110x170 m. ölçüsündeki iç avluda revaklar, kubbe altı ve iç hazine bulunmaktadır. Enderun Osmanlı padişahı ve yanındaki Akhadımlar ile İçoğlanlarının yaşadığı, eğitim gördüğü sarayın önemli bir bölümüdür. Enderun avlusunun karşısında Arz Odası, avlunun Marmara ve Boğaz’a yönelik köşesinde de Fatih Sultan Mehmet’in kendisi için yaptırdığı Fatih Köşkü, bunun karşısında Has Oda ve sultanların özel daireleri olan bölümler, Mukaddes Emanetler Dairesi bulunmaktadır. Ayrıca Enderun’da İçoğlan koğuşları, cami ve günümüze ulaşamayan bir de hamam vardı.

Has Oda’nın Haliç’e yönelik Divan yeri denilen iki sıra sütunlu, kubbeli geniş bir revakı Sofa-i Hümayun veya Mermer Sofa olarak isimlendirilen terasa açılırdı. Bu terasta XVII. yüzyılın ilk yarısında Sultan IV. Murat ve Sultan İbrahim dönemlerinde yapılmış Sünnet Odası, İftariye Kameriyesi, Bağdat Köşkü, Revan Köşkü, Sofa Köşkü ve Baş Lala Kulesi gibi köşkler yapılmıştır. Buradan Asma Çiçek Bahçesi denilen sarayın dördüncü bölümü olan alt bahçeye inilmektedir.

Sarayın en önemli kapısı olan Bab-üs Saade Divan Meydanı ile Enderun okulunun ve padişah dairelerinin yer aldığı III. Avluya geçişi sağlamaktadır. Bu kapı Birun ile Enderun’un orta noktasında olduğundan culüs, bayram gibi törenlerde padişahın bu kapının önünde oturması nedeniyle sarayda birinci derece önemli bir yeridir.

Bu kapı değişik dönemlerde çeşitli adlar almıştır. Bunların en yaygın olarak kullanılanları Arz Kapısı, Akağalar Kapısı ve Bâb-üs Saade’dir. Enderun ve Birun kavramlarını ve varlığını belirleyecek şekilde yeşil ve beyaz sütunlu bir revak ortasında, dışa doğru çıkıntı yapan bir kubbe ile kapı belirgin hale getirilmiştir. Önünde saray törenlerinin yapıldığı bu kapı ve revak bölümünün Fatih Sultan Mehmet döneminde (1451–1481) tasarlandığı ve oluştuğu, söz konusu törenlerin yüzyıllar boyunca aynı yerde sürdüğü bilinmektedir. Bu kapı kubbesi ve saçaklarıyla avluya doğru bir çıkma yapmış ve karşılıklı üçer sütunun üzerine oturtulmuştur. Bu mimari görüntü XVIII. yüzyın ikinci yarısında Sultan III. Mustafa döneminde yapılmıştır. Kapının üzerindeki 1774 tarihli talik hatla yazılmış manzum onarım kitabesi bunu açıklamaktadır. II. Mahmut’un hattıyla Besmele ve tuğrası vardır. Büyük bir olasılıkla kapı çevresinin bezemesi XIX. yüzyılda II. Mahmut zamanında (1808–1839) yenilenmiştir.

Bu revak ve kapının önünde padişahların cülus törenleri ve bayram törenleri yapılırdı. Savaşa gidecek olan sadrazama Sancak-ı Hümayun burada törenle teslim edilirdi. Divan’ın toplantı günlerinde saraya törenle giren sadrazam tarafından önüne gelinerek selamlanması da bu kubbeli kapının Sultanın varlığını ve kudretini ifade eden sembolik bir anlam taşıdığını gösteren en belirgin davranış örneğidir.

Sünnet Odası tek odalı olup, arkasında da küçük bir müştemilatı bulunmaktadır. Sultan İbrahim döneminde (1840–1648) yapıldığı sanılan bu köşkün daha erken bir tarihlerde yapıldığı da iddia edilmiştir. Köşkün içi ve dışı çinilerle kaplanmıştır. Bu çinilerin büyük çoğunluğu XVII. yüzyıla tarihlenmişse de içlerinde XV.-XVI. yüzyıllara ait olanlar da görülmektedir. Duvarları süsleyen mavi-beyaz çinilerin yanı sıra pencere içlerine karşılıklı çeşmeler de yerleştirilmiştir. Osmanlı padişahları namazların sünnetini çoğunlukla burada, farzlarını da Hırka-i Saadet’te kıldıklarından bu isim buraya verilmiştir.

Sünnet Odası ile Bağdat Köşkü arasında İftariye Kameriyesi bulunmaktadır. Bu kameriye Sultan İbrahim zamanında, 1640 yılında Sünnet Odası ile çevresinde yapılan değişiklikler sırasında dışarıya taşkın dört konsol üzerine oturtulmuştur. Üzeri tamamen maden kaplı olup, oluklu bakırdan dört ince sütunun taşıdığı ince uzun, ortaya doğru şişkin bir çatı ile örtülüdür. İçten ayna tonozlu olan bu çatının üzerine de oldukça gösterişli Allah yazılı bir alem yerleştirilmiştir. Kubbe içerisinde ise altın varakla yazılmış on altı mısralık bir kitabeye yer verilmiştir. Bu kameriye bayramlarda değerli kumaşlarla döşenir ve bayram namazından sonra saray erkânının bayramlaşması burada yapılırdı. Bunun dışındaki günlerde de sultan önünde havuzu olan bu kameriyede oturarak dinlenirdi.

Topkapı Sarayı’ndaki köşklerin en önemlilerinin başında gelen Bağdat Köşkü Sultan IV. Murat (1623–1640) tarafından h.1049 (1639) yılında yaptırılmıştır. Köşk sekizgen planlı olup, kenarları birer atlamak sureti ile dışarıya çıkıntılar meydana getirir. Köşkün etrafını 22 sütunun taşıdığı bir revak çevirmektedir. Ahşap çatılı köşkün cephesi dıştan alt kat pencerelerinin bitimine kadar renkli mermerlerle kaplanmıştır. Bunun üzerindeki duvarlar çatıya kadar çini kaplıdır. Dışarıya doğru iki balkonu olup, bunlardan biri Haliç’e diğeri de Boğaz’a bakmaktadır.

Köşkün üstü kubbe, yan çıkıntılar da aynalı tonozludur. Kubbe ve tonozların içerisi yapıldığı dönemin ender örneklerinden malakari tezyinat ile bezenmiştir. Duvarlarında içten iki sıra pencere bulunmaktadır. Bu pencerelerin üzerleri renkli camlıdır. Burada duvarlara iki üç gözlü küçük hücreler yerleştirilmiştir. İçerisindeki kapılar, dolap kapakları, raflar ağaç işçiliğinin en güzel örnekleridir. Ayrıca iç kısımda yekpare hayvan dekorlu çiniler bulunmaktadır. Çiniden yekpare bir kitabe içerisini çepeçevre dolaşmaktadır. Bu kitabeyi Tophaneli Enderuni Mehmet Çelebi yazmıştır.

Havuzlu Taşlık üzerinde bulunan Revan Köşkü Sultan IV. Murat tarafından h.1045 (1635) yılında yaptırılmıştır. Bağdat Köşkü’nün küçük bir örneği olan bu köşk sekizgen planlı ve tek bir odadan meydana gelmiştir. Çevresi revaklı olup, üzeri kubbe ile örtülmüştür. Bu köşk Hırka-i Saadet Avlusunun revakı önüne yapıldığından ötürü buradaki sekizgen plan rahat biçimde uygulanamamıştır. Bu nedenle de kenarlar üzerinde yer alması gereken çıkıntılardan biri burada kullanılmamıştır. Bunun yerine içeride bir bakır üzerine altın yaldızlı ocak yapılmıştır. Köşkün pencereleri altlı üstlü iki sıra halinde olup, alttakiler dıştan demir parmaklıklı, içtekiler sedef ve bağ kakmalı kapaklarla örtülüdür. Üst sıra pencerelerde beyaz camların aralarına kırmızı, mavi, yeşil camlar yerleştirilmiştir. Duvarlar renkli mermer levhalarla, bunların üzeri kubbe eteğine kadar mavi-beyaz çinilerle kaplanmıştır. Köşk içerisinde bulunan bronz mangal Fransa Kralı XV. Lui tarafından Sultan I.Mahmut’a gönderilmiştir. Bu mangal devrin ünlü bronz ustalarından Duplesiss’in eseridir.

Bu köşkün ismi kaynaklarda Sarık Odası olarak da geçmektedir. Topkapı Sarayı’ndaki kaynaklardan öğrenildiğine göre burada padişah sarıkları korunmakta idi.

Revan Köşkü’nün bulunduğu havuzlu taşlıktan iki merdivenle Lale Bahçesi’ne inilir. Lale Devri’nde Sofa ismi verilen bu bölümde binaların bakım ve temizliğini sağlayan Sofa Ocağı kurulmuştur. Revan ve Bağdat köşklerinin yakınında bulunan Sofa Köşkü aynı zamanda Mustafa Paşa Köşkü veya Merdivenbaşı Kasrı olarak tanınmıştır. Köşkün yapım tarihi bilinmemekle beraber Silahtar tarihinde Rus elçisinin 1682’de burada kabul edildiği yazılıdır. Köşk Lale Bahçesi’ni daha aşağı bahçeden ayıran bir duvarın üzerine yapılmıştır. Bu duvarın ortasında yuvarlak kemerli kapıdan girilen köşk bir divanhane, bir özel oda ve bir de ara bölümden meydana gelmiştir. Divanhanenin altlı üstlü geniş pencereleri bulunmaktadır. Duvarları ve tavanı ahşap kaplıdır. Duvarlara açılan oymalı nişler, kapılar ve tavanlar güzel bir ağaç işçiliğini yansıtmaktadır. Duvarlara talik yazı ile Hakani Mehmet Bey’in Hilye’sinden alınma beyitler yazılmıştır.

Dördüncü avlunun sağındaki alçak set üzerinde Mecidiye Köşkü bulunmaktadır. Bu köşk yanındaki Esvap Odası ve Sofa Camii ile birlikte ayrı bir bölüm oluşturmaktadır. Mecidiye Köşkü ve onunla birlikte Esvap Odası Sultan Abdülmecit (1839–1861) zamanında Avrupa rokoko üslubunda yapılmıştır. Ancak yapım tarihini belirten bir kitabe günümüze gelememiştir. Yanındaki Sofa Camisi’nin kitabesinden h.1275 (1859) tarihinde yapılmış olduğu belirtilmiştir. Buna göre Mecidiye Köşkü de aynı tarihte yapılmış olmalıdır.

Köşkün bulunduğu yerde daha önce yapılmış olan Çadır Köşkü ile Üçüncü Yeri Köşkü bulunuyordu. Çok harap olan bu köşkler yıkılmış ve yerine bugünkü Mecidiye Köşkü yapılmıştır. Buradaki arazide seviye farkı olduğundan köşk üst bahçe seviyesine ulaşabilmek için iki katlı yapılmıştır. Köşkün yapımı sırasında eski köşkün zemini korunmuş, yalnızca üst kısmı yıkılmıştır.

Mecidiye Köşkü beyaz köfeki taşından yapılmış dikdörtgen planlı bir yapıdır. Dış cephe duvarları XIX. yüzyıl Avrupa mimarisi etkisinde yarım paye sütun ve ince uzun pencerelerle hareketlendirilmiştir. Köşke cephedeki ahşap kanatlı üç büyük kapıdan girilmektedir. Bunlardan ortadaki kapı zemin katına inişi sağlamaktadır. Köşkün duvarları yabancı ressamların imzalarını taşıyan padişah portreleri, yaldızlı aynalar ve şömineler ile süslenmiştir. Tavanlarında 20–30 kollu kristal avizeler bulunmaktadır.

Topkapı Sarayı’nın Harem bölümü Babüs-Selam kapısından girilen ikinci avlunun (Birun) sol tarafından başlayarak üçüncü avlu (Enderun) içlerine kadar uzanmaktadır. Haremin yapımına 1578 yılında başlanmış, her padişahın döneminde yeni ilaveler yapılmış ve bu durum XIX. yüzyılın ilk yarısına kadar devam etmiştir. Haremin yaklaşık 400 odası, avluları bulunmaktadır. Değişik zamanlarda yapıldığından ötürü de farklı bir bezeme ve mimarisi vardır.

Günümüzde Harem’e Arabalar Kapısı’ndan girilmektedir. Masif demirden ve iki kanatlı olan yay kemerli kapının üzerindeki kitabeden Sultan III. Murat’ın (1574–1595) bu kapıyı yaptırdığı anlaşılmaktadır. Arabalar Kapısı’ndan Harem’in asıl giriş kapısına kadar uzanan üzeri açık ince uzun bir avlu bulunmaktadır. Bu avlunun çevresinde Dolaplı Kubbe, Şadırvanlı Taşlık, Kule, Başhazinedar Ağa ve Başmuhasip Ağa daireleri, Meşhane Kapısı, Kara Ağalar Mescidi, Karaağalar Koğuşu ve Kızlar Ağası Dairesi bulunmaktadır. Bu avlunun karşısına gelen küçük bir holün arkasında da asıl Harem’in giriş kapısı bulunmaktadır. Bunun sağındaki tonozlu bir koridor ise üçüncü avluya (Enderun) açılan Kuşhane Kapısı’na uzanmaktadır.

Arabalar Kapısı’ndan kare planlı, pandantiflerin taşıdığı Dolaplı Kubbe denilen yere girilmektedir. Bu bölüm duvarlarındaki büyük gömme dolaplardan ötürü bu isimle tanınmıştır. Kubbe ve duvarlarında bezeme görülmemektedir. Buradaki dolaplarda Kızlar Ağası’nın evrakları korunurdu.

Dolaplı Kubbe’den çift kanatlı bir kapı ile dikdörtgen planlı, üzeri ayna tonoz ve kubbe ile örtülü şadırvanlı taşlığa girilmektedir. Duvarları XVII. yüzyıl çinileri ile kaplı olan bu taşlıktaki şadırvan günümüze gelememiştir. Duvarların üst kısmını kaplayan çiniler üzerinde de madalyonlar halinde Peygamber’in cenneti müjdelediği on sahabenin isimleri yazılıdır. Bu bölümün sağındaki Meşkhane Kapısı oldukça dar ve dik bir yokuşa açılmaktadır. Osmanlı padişahlarının Eyüp Sultan’daki Kılıç Kuşanma Töreni’nden saraya döndüklerinde bu kapıdan hareme girdikleri bilinmektedir. Meşkhane Kapısı’nın karşısında Kule Kapısı bulunmaktadır. Oldukça yüksek iki katlı kulenin birinci katında taş merdivenlerle pencereli bir bölüme ulaşılmaktadır. Kulenin ikinci katı XVIII. yüzyıl üslubunda yapılmıştır.

Şadırvanlı Taşlık’taki Meşkhane Kapısı’ndan üzeri mermer oyma ayet yazılı bir kapıdan Karaağalar Mescidi’nin holüne geçilmektedir. Mescidin duvarları XVII. yüzyıl çinileri ile bezenmiştir. Ayrıca tavanlarda kalem işleri görülmektedir. Mescidin mihrabının karşısına rastlayan üçüncü bir kapıdan cariyelerin eğitildiği Kalfa Mektebi’ne geçilmektedir. Ayrıca bu mescitten bir revak altından geçilerek Karaağalar Koğuşu’na girilmektedir. Her ikisi arasındaki duvar XVII. yüzyıl çinileri ile bezenmiştir.

Karaağalar Koğuşu uzun bir aralığın iki yanında sıralanan odalardan meydana gelmiştir. Bunlardan birinci kattaki odalar birer kapı ve pencere ile bu koridora açılmıştır. Sol taraftaki odaların duvarları XVII. yüzyıla ait çinilerle bezenmiştir. Bu aralığın sonunda çinilerle kaplı büyük bir ocak dikkati çekmektedir.

Üst kattaki mekânlar aralığa eyvan şeklinde açık balkon konumundadır. Bunların önüne mermer korkuluklar yerleştirilmiştir. Aralığın üzeri beşik tonozla örtülmüştür. Koğuşun birinci katının tümü Kızlar Ağasından sonra Harem’in ikinci konumdaki yöneticisi olan Karaağaların başı, Yeni Saray Başkapı Gulâm Ağa’ya aittir. Sol taraftaki çinili odalar, selamlık, yatak, misafir ve yemek odalarıdır. Yemek odasının duvarında üzerinde “sakihüm rabbihüm şaraben tahura” ayeti yazılıdır. Su ile bağlantılı olan bu ayet saraydaki hemen her çeşmenin üzerine yerleştirilmiştir.

Karaağalar Koğuşu’nun ikinci katında orta sınıftaki Karaağalara, üçüncü katında Haslılara, dördüncü katı da Acemilere ayrılmıştır. Aralığın sonundaki büyük ocağın sonunda ise Karaağalar otururdu. Koğuşun üst katlara çıkan merdiven girişinin karşısından Kızlar Ağası dairesinin holüne ve Karaağaların tuvaletine geçilmektedir. Bu koğuşta yaşayan Karaağaların görevleri Harem kapılarını kilitlemek, kapılarda nöbet tutmak, arabalara yardımcı olmak, dışardan içeriye hiç kimseyi sokmamaktı.

Karaağalar Koğuşu’nun hemen sağında Kızlar Ağası Koğuşu bulunmaktadır. Kızlar Ağası Harem’in baş yöneticisi olup, buradaki giriş çinilerle kaplı büyük bir niş şeklindedir. Kızlar Ağası dairesinin solundan Harem’in asıl giriş kapısına gelinir, çift kanatlı demir kapılardan duvarlarında büyük aynalar olan ve burada Karaağaların nöbet tuttuğu büyük taşlığa geçilir. Aslında bu taşlık Altın Yol’a, Valide Sultan Taşlığı’na ve Kadınefendiler Taşlığı’na giden koridora açılan kapıların bulunduğu bir geçit yeridir. Asıl Harem’e giriş de burasıdır. Buradaki sağ taraftaki kapıdan Altın Yol’a, soldakinden Kadınefendiler Taşlığı’na giden koridora açılmaktadır. Üçüncü kapı da doğrudan doğruya Valide Sultan Taşlığı’na geçişi sağlamaktadır.

Kadınefendiler Taşlığı’nın girişinde Kadınefendiler dairesi bulunmaktadır. Burada birinci, ikinci, üçüncü ve dördüncü Kadınefendiler’in daireleri bulunmaktadır. Bu daireler üç tarafı revaklı, üzeri açık bir avlunun çevresinde sıralanmışlardır. Bu daireler kendi aralarında plan olarak farklılık göstermektedir. Birinci Kadınefendi’nin dairesi diğerlerinden daha büyüktür. Dairelerde günlük yaşantı cereyan eder, bunun için de bir mangalın çevresinde alçak sedirlerin yer aldığı iç içe ikişer oda bulunmaktadır. Bu odaların duvarları XVII. yüzyıl çinileri ile kaplanmış, tavanları kalem işleri ile bezenmiştir. İkinci Kadıefendi dairesinin solundaki büyük bir kapıdan merdivenlerle revaklı bir avlu çevresinde sıralanmış dikdörtgen planlı iki katlı cariyeler hastanesine inilir.

Valide Sultan dairesinden dar bir koridorla Hünkâr Sofası’na geçilir. Buradaki koridorun sağında Hünkâr Hamamı bulunmaktadır. Hamam Klasik Osmanlı hamamlarının mimari düzeninde, soyunmalık, ılıklık ve sıcaklıktan meydana gelmiştir. Hamamın küçük ölçüdeki soğukluğundan ılıklığa ve sıcaklığa geçilir. Sıcaklığın ortasında dört çokgen kesitli sütunun taşıdığı kubbe bu bölümün üzerini örtmüş, bunun dışında kalan alanlar tonozlarla desteklenmiştir. Sol taraftaki yaldızlı, bronz parmaklıklı bölüm padişahın özel olarak yıkandığı yerdir. Bunun yanındaki diğer bölmelerde ise mermerden dört kurna bulunmaktadır. Hünkâr Hamamı’nın arkasındaki ikinci hamam Valide Sultan için yaptırılmıştır. Her iki hamamda da süsleme elemanına rastlanmamaktadır.

Hünkâr Hamamı içerisinden ayrı bir kapı ile Hünkâr Sofası’na geçilir. Hünkâr Sofası’nı XVI. yüzyılda Mimar Sinan yapmıştır. XVIII. yüzyılda Sultan III. Osman döneminde büyük bir onarım geçirmiştir. Bu bölüm kare planlı olup, dört sivri kemerin taşıdığı pandantifli büyük bir kubbe ile örtülüdür. Bunun girişinin soluna da tonozlu bir ek bölüm daha eklenmiş böylece Hünkâr Sofası genişletilmiştir. Ek bölüm iki katlı olup, ikinci kat balkon şeklinde Hünkâr Sofası’na açılmaktadır. Giriş kapısının karşısına baldaken tarzında hünkârın oturduğu yer yerleştirilmiştir. Onun sağında ve balkonun altına rastlayan yere de uzunca bir sedir yerleştirilmiştir. Sedirlerin arkasındaki duvarların alt kısımları büyük aynalarla çevrilidir. Bu aynalardan bir tanesi balkona çıkan kapıyı gizlemektedir.

Hünkâr Sofası’nın duvarları XVIII. yüzyılın barok ve rokoko üslubunda ağaç işçiliği ve duvar resimleri ile bezenmiştir. Yalnızca sağdaki duvarda Avrupa etkisinde yapılmış mavi-beyaz çiniler bulunmaktadır. Sofanın kemer ayaklarının bulunduğu bölümde balkon dışında kalan duvarlarda mavi-beyaz renkte çini Ayet-el Kürsi çepeçevre dolaşmaktadır. Duvarların üst kısmındaki bölümler çift vitrayla kaplanmıştır.

Hünkâr Sofası’nda yapılan törenlerde balkonda müzisyenler yer alır, balkonun altındaki sedirlerde Valide Sultan, Kadınefendiler, Cariye ve Gözdeler konumlarına göre otururlardı. Diğer duvar diplerine de Kalfalar sıralanırdı. Padişah yerini alınca da buradaki eğlenceler başlardı.

Hünkâr Sofası’ndan Çeşmeli Sofa’ya, oradan da Ocaklı Sofa’ya geçilmektedir. Dikdörtgen planlı olan Ocaklı Sofa’dan büyük bir kapı Valide Sultan Taşlığı’na açılır. Bu kapının karşısına önü demir parmaklıklarla çevrili büyük bir ocak yerleştirilmiştir. Valide Sultan Taşlığı’na açılan bu kapının bir diğer ismi de Taht Kapısı’dır. Buradaki sedef kakmalı bir kapıdan Başkadınefendi Dairesi’ne geçilir. Buradaki sofa kubbe ve düz tavanla örtülmüş iki bölüm halindedir. Duvarları çinilerle kaplıdır ve duvarları mavi-beyaz bir çini kuşak çepeçevre dolaşmaktadır. Bu kuşakta Sultan IV. Mehmet’e övgüler yazılıdır. Sofaya ismini veren ocak Harem’in tüm odalarında bulunan mangallara ateş sağlardı.

Harem’in içerisinde en az değişikliğe uğrayan bölüm Sultan III. Murat Has Odası’dır. Has Oda’nın girişi XVI. yüzyıl Klasik Osmanlı çeşmelerinde olduğu gibi mermer bir portal şeklindedir. Kapının üzerinde Sultan III. Murat’ın h.986 (1578–1579) yılında yapıldığını belirten kitabe bulunmaktadır. Has Oda kare planlı olup, üzeri büyük bir kubbe ile örtülüdür. Buradan Sultan I. Ahmet’in kitaplığına geçilen ikinci bir kapı vardır. Has Oda’yı Mimar Sinan yapmıştır. Burada da baldaken tarzda büyük bir oturma yeri ile büyük ölçüde bir ocak bulunmaktadır. Girişin solunda da Bursa kemeri üslubunda, niş şeklinde bir çeşmeye yer verilmiştir. Has Oda’nın üzerini örten kubbe aşı boyalı bir zemin üzerine kabartma olarak lacivert ve altın yaldızlı palmetler, Rumiler ve geçmelerle bezenmiştir. Bu bezemelerin içerisine yerleştirilen küçük aynalarla da iç mekânda gölge-ışık oyunlarının yapılması sağlanmıştır. Duvarlar boş yer kalmamacasına çinilerle kaplanmıştır. Bu çinilerin üzerinde de Harem’in diğer bölümlerinde olduğu gibi mavi-beyaz çini ile Ayet-el Kürsi yazılıdır. Bu çinilerde mercan kırmızısının kullanıldığı görülmektedir. Çiniler, hatayiler, narçiçekleri, hançer yaprakları ile bezelidir.

Sultan III. Murat’ın Has Odası içerisinden Sultan I.Ahmet’in Okuma Odası’na geçilmektedir. Bu oda kare planlı olup, üzeri Türk üçgenlerinin taşıdığı küçük bir kubbe ile örtülüdür. Duvarlar kemerler yazıtlı çinilerle kaplanmıştır. Girişin sağında ve karşısında üçer pencere, solunda gömme dolaplar, padişahın yemek odasına açılan kapı bulunmaktadır. Girişin solunda ise yine üzerinde kitabesi olan niş içerisinde bir çeşme bulunmaktadır. Buradaki dolapların, pencere kapaklarının üzerleri sedef, bağ ve fildişi kakmalıdır.

Sultan III. Murat’ın Has Odası’nın çıkışında ve sol tarafta Şehzadeler Dairesi bulunmaktadır. Birkaç basamakla çıkılan iç içe iki odadan meydana gelen bu dairedeki birinci oda kare, ikincisi de dikdörtgen planlıdır. Birinci odaya üzerinde kitabe yazılı bir kapıdan girilir. Bu bölümün duvarları çinilerle kaplı olup, üzeri ahşap bir kubbe ile örtülüdür. Girişin sağında büyük bir ocak ve Gözdeler Taşlığı’na açılan altlı üstlü iki sıra pencere bulunmaktadır. Üst sıra pencereler XVII. yüzyılın vitrayları ile bezenmiştir.

Birinci oda girişinin solundaki mermer söveli bir kapıdan ikinci odaya geçilir. Dikdörtgen planlı olan bu odanın üzeri düz bir tavanla örtülmüştür. Duvarlar, pencere araları mavi-beyaz çinilerle kaplıdır. Burada sülüs yazılı bir yazı frizi odayı çepeçevre dolaşmaktadır.

Şehzadeler Dairesi’nden çıkıldığında sol tarafta Gözdeler Taşlığı bulunmaktadır. Burada çerçeveler içerisine alınmış üç çini pano görülmektedir. Bu panoların arkasından Kutsal Emanetler Dairesi’ne geçilmektedir. Sonraki yıllarda Altın Yol’un bu bölümü üzerine Gözdeler Dairesi yapılmıştır. Çini panoların bulunduğu bu bölümün karşısından Altın Yol’a geçilir. Oldukça dar, yüksek tavanlı bir koridor halinde olan bu yolun sağında Valide Sultan Taşlığı revakı, solunda da Enderun’un bulunduğu üçüncü avlu yer almaktadır.

Yavuz Sultan Selim’in Mukaddes Emanetleri Mısır Memluklarının hazinesi ile birlikte İstanbul’a getirmesinden sonra sarayda Has Oda’da korunmuştur. Enderun’da bulunan Has Oda’nın Haliç tarafındaki Divan Yeri de denilen çift sıra sütunlu, kubbeli geniş revakı Sofayı Hümayun veya Mermer Sofa olarak isimlendirilen terasa açılmaktadır. Topkapı Sarayı’nın müze oluşundan sonra ayrı bir bölümü oluşturmuştur.

Topkapı Sarayı’ndaki Hırka-i Saadet Dairesi, XVI.-XVIII. yüzyıla tarihlendirilen değişik çinilerle bezenmiştir. Burada Türk çini sanatının en güzel örnekleri bir araya getirilmiştir. Hırka-i Saadet Dairesi her yıl Ramazan ayının 15. günü başta Osmanlı Padişahı olmak üzere sarayın önde gelen kişileri, devlet ricali tarafından ziyaret edilirdi. İlk defa Yavuz Sultan Selim zamanında başlayan bu gelenek, Sultan VI. Mehmet’e kadar devam etmiştir.

Ramazan’ın 15. günü padişah Hırka-i Saadet Dairesi’ne gelir, Tülbent Ağası süngerler ve gümüş taslar içerisinde gül suyu getirirdi. Silahtar Ağa süngerlerden bir kaçını alır gül suyunun içerisine batırdıktan sonra padişaha uzatırdı. Padişah da Hırka-i Saadet Dairesi içerisinde bulunan büyük gümüş şebekeyi gülsuyuna batırılmış süngerle temizlerdi. Bundan sonra Hırka-i Saadet’e ziyaret ertesi günü öğle namazından iki saat önce başlardı. Padişahın Hırka-i Saadet Dairesi’ne gelişinden sonra Has Odalılar gümüş şebeke içerisindeki Peygamber’in hırkasının bulunduğu sandığı altınla kaplı bir sehpa üzerine koyardı. Padişah Besmele ile sandığın altın anahtarını çevirerek çekmeceyi açardı. Hırkanın bulunduğu yedi bohçanın incili şeritleri teker teker açılır ve hırka meydana çıkarılırdı. Hırka-i Saadet’i ziyaret hırkanın sağ omuzu üzerine konan tülbendi öpmekten ibaretti. Tülbendi her öpen anı olarak tülbendi alır ve yerine yenisi konurdu. Başta padişah, devlet erkânı, saray erkânı, Harem Ağaları, Enderun-u Hümayun, Zülüflü Ağalar ayrı ayrı Hırka-i Saadet’i ziyaret ederdi. Padişah sağında Sadrazam, solunda Kızlar Ağası olmak üzere sandığın başında durur, bu sırada Has Odalı ağalar yüksek sesle Kuran okurdu. Ziyaretten sonra padişah hırkayı yine altın sandığa koyar ve kilitlerdi.

Hırka-i Saadet diye isimlendirilen Hz. Muhammed’in hırkası 1.24 m. boyunda geniş kollu siyah yünlü bir kumaştan dokunmuştur. Ancak hırkanın üzerinde bazı eksiklikler bulunmaktadır. Hz. Muhammed bu hırkayı Mekkeli Şair Kâab bin Züher’e hediye etmiştir. Muaviye bin dirhem gümüş karşılığında bu hırkayı almak istemiş, Kâab buna razı olmamış, ölümünden sonra bin dirhem gümüş karşılığında veresesi tarafından satılmıştır. Hırka-i Saadet Emevilere, Abbasilere, Memlukluların eline geçmiş, sonra da Yavuz Sultan Selim’in Mısır’ı fethinden sonra da İstanbul’a getirilmiştir.

Hırka-i Saadet Dairesi’nde Uhut Savaşı sırasında Hz. Muhammed’in kırılan dişinin bir parçası, Nakşi Kademi Şerif denilen Hz. Muhammed’in Miraç sırasında bastığı ve ayağının izinin çıktığı taş, Ukap diye isimlendirilen siyah renkli Sancağı Şerif, Kâbe suyunun akması için ahşap üzerine altın kaplanmış altın oluk, Bağdat’ta bulunan ve İstanbul’a gönderilen Mührü Saadet, Hz. Muhammed’in teyemmüm için kullandığı söylenen Teyemmüm Taşı, Name-i Saadet denilen İslâmiyet’in ilk yıllarında Hz. Muhammed’in başta İran, Mısır ve Bizans olmak üzere pek çok kişiye dine davet mektupları, Kuranların yanı sıra Mesahifi Şerifeler, Süyuf-u Mübareke diye isimlendirilen 20 adet kılıç bulunmaktadır. Bu kılıçların Hz. Muhammed’e, Hz. Davut’a, Hz. Ebubekir’e, Hz.Ömer’e, Hz. Osman’a, Hz. Zeynel Abidin’e, Hz. Zübeyr İlmi Al Avam’a, Ebül Hasan’a, Caferi Tayyar’a, Halid bin Velid’e, Ammar bin Vasr-ül Muays’e ve diğer kirama ait olduğu bilinmektedir.

Bunların yanı sıra Yavuz Sultan Selim’in Mısır’ı fethinden sonra Mekke Şerifi Muhammed Ebu-l Berekât Harem-i Şerif’in anahtarı ve kilidi, Lihye-i Saadet denilen Sakal-ı Şerifler, Hz. Musa’nın budaklı ağaçtan asası, Hz. Muhammed’in altın yaldızlı muhafaza içerisindeki yayı, altın ve gümüş çerçeveli Hacer-i Esved, Hz. İbrahim’in mavi mermerden tenceresi, Bab-ü Tövbe kanadı, Hz. Muhammed’in gaslinde kullanılan suyun şişesi, üzerinde Ayet-el Kürsi yazılı nalınlar, Hz. Fatma’ya izafe edilen seccade bulunmaktadır.

Topkapı Sarayı’nın III. Avlusunda, Enderun’da Arz Odası’nın arkasında bulunan kütüphaneyi Sultan III. Ahmet 1719 yılında yaptırmıştır. İlk yapılışında Türkçe, Arapça ve Farsça olmak üzere 3.515 yazma eser burada bulunuyordu.

Kütüphane zemin kat üzerine tek katlı olarak yapılmıştır. Kitapların rutubetten korunması amaçlanmış, ön kısmına merdivenle çıkılan dar bir revak yerleştirilmiştir. Bunun önüne de aynı dönemde bir çeşme yapılmıştır. Kütüphane içerisinde okuma için gerekli aydınlatma iki sıra halindeki altlı üstlü pencerelerle sağlanmıştır. İç kısımda duvarlar XVI. yüzyıl çinileri ile bezenmiştir. Ayrıca kitap dolaplarının kapakları sedef, fildişi ve kakma olarak ağaç işçiliğinin en güzel örnekleridir. Duvarlarında da hattat padişahlardan olan Sultan III. Ahmet’in bir yazısı bulunmaktadır.

Kütüphane içerisinde Sultan III. Ahmet’in vakfiyesi, kitapların ilk envanter defteri ve kütüphane temelinin atıldığı bir kazma bulunmaktadır. Bu kazma aynı zamanda Sultan Ahmet Camisi’nin yapımında da kullanılmıştır. Kütüphanede Osmanlı Hat, Minyatür ve Tezhip sanatının en güzel eserleri bir araya getirilmiştir. Piri Reis Haritası da burada bulunmaktadır.

Topkapı Sarayı II. Avlusunun girişinin sağında yer alan Saray Mutfaklarına üç ayrı kapıdan girilmektedir. Bu kapılardan biri Kiler-i Amire Kapısı, ortadaki Has Mutfak Kapısıdır. Bab-üs Sade Kapısına yakın olan üçüncü kapı Helvahane Kapısıdır.

Mutfaklar ayrı birimler halinde olup, iki taraftan saçaklı bir servis yolu üzerindedir. Birun ve Enderun için yemek pişirilen mutfakta on ayrı göz vardır. Ulufe dağıtımında ve şenliklerde de bu mutfaklarda yemekler hazırlanmaktadır.

Mutfaklar sarayda yaşayanlar ve çalışanlar için ayrı bir düzen içerisindedir. Padişah mutfağında yalnızca padişah için yemek pişirilir ve çeşitli yemekler özel olarak hazırlanırdı. Padişah mutfağında Serçini denilen bir baş aşçı ile 12 yardımcı aşçı görev yapardı. Serçini denilen baş aşçı aynı zamanda elçi kabullerinde ve padişahın kullandığı porselen takımların da sorumlusu idi.

Saray mutfağı için imparatorluğun değişik yerlerinden canlı hayvanlar, sebzeler, meyveler ve baharat getirilirdi. Oldukça kalabalık bir kadrosu olan mutfakların asıl sorumlusu Matbah-ı Âmire Emini olup, bu görev vezir rütbesine yakın derecede idi. Mutfaklarda tatlıların yapıldığı helvahanelerin yapıldığı Helvacıbaşı kalabalık bir ekiple tatlı yaparlardı. Kilercibaşı personelin yönetimini üstlenmiştir ve aynı zamanda mutfaklarda görev yapanların göreve getirilmeleri veya işlerine son verilmeleri ile ilgilenirdi.

Günümüzde Kiler-i Âmire’nin kapısından girince sağ tarafta bulunan vekilharç dairesi onarılmış ve müze atölyeleri haline getirilmiştir. Fotoğraf atölyesi ile konservasyon atölyesi de burada bulunmaktadır. Bunun karşısındaki kiler ve yağhane ise onarılmış ve Müze Saray Arşivi olarak kullanılmaktadır.

Yağhane binasının yanındaki iki katlı ahşap Aşçılar Mescidi bugün de korunmaktadır. Mescidin iki yanında aşçılar, helvacılar ve tablakârların koğuşları bulunuyordu. Günümüzde bu mekânlar müze teşhir salonu olarak kullanılmaktadır. Aşçılar koğuşunun bulunduğu yerde yapılan binada Gümüşler, Avrupa porselenleri ve Billûrlar teşhir edilmekteydi. 1999 depreminden sonra bu bölümlerden Gümüş seksiyonu dışındakiler ziyarete kapatılmıştır. Karşıda ayrı bölümler halinde müze teşhir salonları haline getirilmiş mutfaklarda, Çin ve Japon porselenleri teşhir edilmektedir.

Topkapı Sarayı’nın II. avlusunun Haliç yönünde, Silah Seksiyonu, Kubbealtı ve revakların arkasında kalan alanda Has Ahırlar (Istabl-ı Âmire) bulunmaktadır. Buraya Babü’s-Selam’ın sol tarafındaki meyilli bir yolla ulaşılmaktadır. Yolun II. Avludan sonraki kısmında Has Ahırların kapısı, cenazelerin çıkarılmasında kullanıldığı için Meyyit Kapısı adıyla anılır.

Fatih Sultan Mehmed’in Has Ahırları, II. ve III. Avlu denilen Divan Meydanı ve Enderûn’daki binalardan sonra, Sûr-ı Sultâni’nin tamamlanması sırasında yaptırmıştır. II. Avlu’nun bu yönünü tamamı ile kaplayan Has Ahırlarda padişahın ve Enderun’daki yüksek rütbeli kişilerin bineceği seçme atlar bulunurdu.

Has Ahırlar ince uzun bir yapı olup, kuzey ucunda üzeri kubbe ile örtülü bir mekân ve onunla bağlantılı odalar, Raht-ı Hümayun Hazinesi bulunuyordu. Burada padişah ve yüksek rütbeli kişilerin atlarında kullanılan değerli taşlarla süslenmiş koşum takımları, eğerler korunuyordu. Bu bölümde ayrıca, Ahır Emini ile diğer üst düzey yöneticilerin odaları da bulunuyordu. Istabl-ı Âmire’de (Has Ahır) Osmanlı kaynaklarından öğrenildiğine göre, 3.000’den fazla kişi görev yapıyordu. Ayrıca sarayın bahçelerinde ve İstanbul’un çeşitli yerlerinde bu kısma bağlı örgütlenme, tavla, atölye ve çeşitli binalar da bulunmakta idi.

Saray Camileri :
Ağalar Camisi, Enderun avlusunun Haliç tarafında, Has Oda’dan evvel yer almaktadır. Padişahlar, Akağalar ve İçoğlanların ibadeti için kullanılan bu caminin, Fatih Sultan Mehmet döneminde (1451–1481) yapıldığı sanılmaktadır. Cami Mekke’ye yönelik olması için hafif diagonal biçimde yerleştirilmiştir.

Cami kesme taştan kare planlı ve tek kubbeli olup, yanında tek şerefeli taş gövdeli yuvarlak bir minaresi bulunmaktadır. Günümüzde Saray Kütüphanesi olarak kullanılmaktadır. Kütüphanede sultanların hazinelerinde sakladıkları el yazmaları ile sarayın çeşitli köşk ve koğuşlarından toplanan son derece kıymetli el yazma ve minyatürlü kitaplar bulunmaktadır.

Istabl-ı Amire’nin güney ucunda Beşir Ağa Camisi vardı. XVI. yüzyılda yapılan bu caminin yanına bir de hamam yaptırılmıştır. Buradaki caminin yerine I. Mahmut döneminde(1730–1754) Harem ağası olan Beşir Ağa tarafından XVIII. yüzyılda bugünkü cami yeniden yaptırılmıştır. Bu nedenle de cami Beşir Ağa Camii olarak bilinmektedir.

Cami kesme taştan kare planlı olup, fevkani bir yapıdır. Üzeri merkezi bir kubbe ile örtülüdür.

Sarayın mutfaklar bölümünde, Yağhane binasının yanında Aşçılar Mescidi bulunmaktadır. Mescit, fevkâni ahşap bir yapı olup, üzeri kırma çatı ile örtülüdür.

Sofa Ocağı denilen koğuşun ve Mecidiye Köşkü’nün yanında bulunan Sofa Camisi’ni Sultan II. Mahmut yaptırmıştır. Kaynaklardan burada daha önce yapılmış bir mescidin olduğu öğrenilmektedir.

Cami kesme taştan kare planlı olup, üzeri merkezi bir kubbe ile örtülüdür. Küçük ölçüde bir camidir. Yanındaki minaresi kesme taş kaide üzerine yuvarlak gövdeli ve tek şerefelidir.

Harem’in içerisinde bulunan Haremağaları Mescidi fevkani, kesme taş ve tuğladan yapılmıştır. Cami yuvarlak kemerli kesme taş bir koridorun üzerinde Harem’e bitişiktir. Kare planlı olup, üzeri pandantifli kasnaklı bir kubbe ile örtülmüştür.

Cephe görünümü bir sıra kesme taş, bir sıra tuğla dizisi ile hareketlendirilmiştir. İbadet mekânı iki yan kenarında altlı üstlü ikişer, mihrap yanında da altlı üstlü birer pencere ile aydınlatılmıştır. Bunlardan alt sıradakiler dikdörtgen mermer söveli olup, üzerleri tuğladan yuvarlak sahte kemerlidir. İkinci sıra pencereler sivri kemerli ve vitraylıdır.

Minare yer konumundan ötürü caminin kubbe ile birleştiği yerde, kesme taştan ve şerefesiz olarak sembolik yapılmıştır.

Topkapı Sarayı Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan sonra 3 Nisan 1924’te müze haline getirilmiştir. Müzede geçici ve sürekli sergi mekânları, kubbe altı, Arz odası, Enderun Kütüphanesi, Sofa Köşkü, Bağdat Köşkü, Revan Köşkü, Sünnet Odası, Harem, Zülüflü Baltacılar Koğuşu gibi teşhir alanları bulunmaktadır. Bunun yanı sıra silahlar, İstanbul cam ve porselenleri, işlemeler, hazine, kaftanlar ve padişah portreleri gibi bölümler bulunmaktadır.


Dolmabahçe Sarayı (Beşiktaş)

İstanbul ili Beşiktaş ilçesinde, Boğaziçi ile Dolmabahçe Caddesi arasında yer alan 250.000 m2’lik alanda kurulmuş olan Dolmabahçe Sarayı, günümüzden dört yüzyıl öncesinde büyük bir koy konumunda idi. Osmanlı döneminde donanmanın sefere çıktığı, dönüşte karşılandığı bu koy XVII. yüzyıldan sonra doldurulmuş ve çoğu kez de padişahların eğlenceler düzenlediği bir Hasbahçe’ye dönüşmüştür.

Evliya Çelebi buradan şöyle söz etmiştir: “Eskiden servili küçük bir bağ iken, Sultan Osman-ı Şehit fermanı ile donanma iki bin kadar kayık ve mavnanın taş toprak getirerek koyu doldurmuştur.” Aynı yüzyılda yaşamış olan Eremya Çelebi Kömürciyan, Sultan I. Ahmet’in (1603–1617) veziri Nasuh Paşa’nın zamanında 1611–1614 yıllarında sahilin doldurulduğunu yazmıştır. Böylece doldurulan bu alanda Sultan II. Selim (1566–1574) ilk defa burada bir kasır yaptırmıştır. Silahtar Tarihi ile Raşit Tarihi de burada yapılmış olan yalı ve köşklerin 1680 yılında yıktırıldığını, çevresindeki bostanların ve yolların buraya katıldığını yazmaktadır. Naima Tarihinde de Sultan IV. Murad’ın (1623–1640) Sultan Ahmet Han köşkünde oturan padişahın Nefi’nin hicivlerini okuduğu sırada yanına bir yıldırım düştüğünü ve bunu uğursuzluk saydığı için şairi bir daha hiciv yazmamaya yemin ettirdiği yazılıdır.

Sultan IV. Mehmet (1648–1687) ve Lale Devri’nde Sultan III. Ahmet’in (1703–1730) buradaki eskimiş yapıları kaldırdığı ve yerlerine yeni sahil köşkleri yaptırdığı kaynaklardan öğrenilmektedir. Sultan I. Mahmut ise (1730–1754) Dolmabahçe Bayırı’nda Bayıldım Köşkü isimli bir köşk yaptırarak sık sık buraya gelmiştir.

XIX. yüzyılda Melling ile İsveç elçisi d’Ohsson’un albümlerinde burada yapılmış olan köşk ve kasırların resimleri görülmektedir. Bu alanda yapılmış olan köşk ve kasırların en tanınmışlarından birisi de Beşiktaş Sahil Sarayı idi. Bu saray Sultan Abdülmecit döneminde (1839–1861), 1843 yılında bölüm bölüm yıkılmıştır. Bu alanda yapılan Dolmabahçe Sarayı 15.000 m2’lik bir alanı kaplamakta olup, sarayın temelleri meşe kazıklar ve ağaç hasırlar üzerine atılmıştır. Saray XIX. yüzyılın ikinci yarısında Batı etkisinde gelişen bir mimari üslupta devrin önemli mimar ailesi olan Baylanlardan, Agop Karabet Balyan ile Serkiz Balyan’ın eseridir. Dolmabahçe Sarayı yarı kâgir bir yapıdır. Sarayın ana duvarları taştan, iç duvarları tuğladan, döşemeler de ahşaptan yapılmıştır. Çatı ahşap ve kurşun kaplıdır. Sarayın deniz ve batı cephesindeki pencereler saray camhanesinde özel olarak yaptırılmış ve güneş ışıklarını süzen eflatun renkli camlardır. Önemli oda ve salonlarda her şey aynı renk tonuna sahiptir. Bütün zeminler birbirinden farklı, çok süslü ahşap parke ile kaplıdır. Bu sarayın yapımından sonra Topkapı Sarayı terk edilmiştir.

Dolmabahçe Sarayı dikdörtgen birbirlerine simetrik planlı bir yapı olup, 285 oda, 46 salon, 6 hamam ve 68 tuvaletten meydana gelmiştir. Denize 600 m. lik bir rıhtımı olan sarayın kara tarafında ise biri çok süslü olmak üzere iki anıtsal, yedi de tali kapısı bulunmaktadır. Deniz tarafında ise beş yalı kapısı bulunmaktadır. Anıtsal kapılardan Hazine Kapısı denilen kitabe ve tuğralı kapı Dolmabahçe Sarayı’na yönelik olan kapıdır. Diğer anıtsal kapı Merasim veya Saltanat Kapısı ismini taşır. Hazine Kapısına göre daha özenli ve daha büyük olan bu kapının asıl özelliği içte ve dışta içbükey oluşundan kaynaklanmaktadır. Kapı ard arda getirilmiş bir çift bükey duvardan meydana gelmiştir. Buradaki içbükey duvarların uçları küçük birer kule şeklinde yükseltilmiştir. Yapı topluluğu içerisindeki Veliaht Dairesinin de ayrı girişleri vardır. Muayede Salonunun karşısında bulunan giriş ise oldukça büyük ölçüde ve çok bezemelidir. Kapının iki yanında kare planlı ayaklar ve bunları birbirlerine bağlayan lentolar görülmektedir. Bu ayaklar son derece zengin dekore edilmiş olup, çeşitli motifler, madalyonlar, taşlara adeta bir dantel görünümünde işlenmiştir.

Bu kapılardan içeriye girilen saray bahçesi dört ayrı bölüm halinde düzenlenmiştir. Bunlardan kareye yakın dikdörtgen olan ön bahçe Fransız bahçe mimarisinden örnek alınarak düzenlenmiştir. Köşeleri yuvarlatılmış, denize paralel sekiz köşeli bir havuz ile daire biçimli bir göbek bahçenin ana noktasını oluşturmuştur. Deniz yönünde uzanan bahçe ise ön bahçenin bir uzantısı olup, saray rıhtımı boyunca uzanmaktadır. Bu bölümde Muayede Salonu eksenine göre simetrik, oval göbekler meydana getirilmiştir. Bunların dışında kalan sarayın diğer bahçeleri kapalı ve özel nitelikli bahçelerdir. Özellikle Veliaht Dairesi, Harem ve Kuşluk bahçeleri bunların başında gelmekte olup, bahçelerin ortalarına oval veya daire biçimli havuzlar yerleştirilmiştir. Bütün bu bahçeler yüksek duvarlarla çevrelenmiştir.

Sarayın ana yapısı kıyı boyunca denize paralel olarak yapılmış ve birbirine paralel üç bölümden meydana gelmiştir. Bunlar Mabeyn-i Hümayun, Muayede Salonu ve Hususi Daire isimlerini almıştır. Bu plan düzeni sarayın kendine özgün bir tasarımıdır. Burada kitle ve cephe kurgularına özen gösterilmiş, ana form dikdörtgen bir kitle görünümünü kazanmış, köşelerde yer alan salonlar ise öne çıkarılmıştır. Böylece cephe görünümünde ölçülü bir hareket sağlanmıştır. Sarayın ortasında diğer bölümlerden daha yüksek ve daha gösterişli tören ve balo salonu bulunmaktadır.

Sarayın Muayede Salonu dıştan dışa 25x37 m. ölçüsünde kareye yakın kitlevi bir yapı olup, içeride tek mekânlı olmasına rağmen dışarıdan iki katlı görünümdedir. Yanındaki Resmi ve Hususi dairelerden iki kat daha yüksektir. Nitekim bu salonun katları birbirinden ayıran kornişi diğer binaların saçak kornişleri aynı hizadadır. Böylece diğer yapılarla bir bağlantı ve süreklilik sağlanmıştır. Muayede Salonu’nun cephesinde yedi aks üzerinde yükselen kolon veya plaster çiftleri yerleştirilmiştir. Girişteki açıklık öne çıkarılmış ve yapının daha anıtsal bir görünüm kazanmasına neden olmuştur. Bu mekânın yarım daire kemerli yüksek pencerelerinin iki yanına kolonlar yerleştirilmiştir. Üst kattaki pencerelerin barok alınlıkları altına dekoratif açıklıklar ve kolonlar yerleştirilmiştir. Burada üç yöne doğru açılan görkemli bir merdiven Muayede Salonu’nun anıtsallığını daha da belirginleştirmiştir.

Muayede Salonu dıştan çatı, içten basık kubbeli olup, ortasına 5,5 tonluk askı sitemine bağlı bir avize asılmıştır.

Muayede Salonu dışında kalan ve onu tamamlayan Resmi Daire bölümü iki katlı olup, yüksek bir bodrum üzerine yapılmıştır. Oldukça geniş mermer merdivenle çıkılan bir sahanlıktan sonra içeriye girilmektedir. Bu giriş özel olarak belirtilmemiş ve sade bir kapı ile yetinilmiştir. Kapının iki yanında kemerli ve yüksek pencereler bulunmaktadır. Resmi Daire bölümü merkezi hol, köşelerde salon gruplarından oluşan üç bölüm halindedir. Girişte merkezi bir hol haç planlı görünümdedir. Denize dik olarak yerleştirilmiş dikdörtgen orta mekân dört yönde yan mekânlarla genişletilmiştir. Denize ve arka bahçeye bakan bu bölümün dar kenarı üzerinde ön cepheden farklı daha az derin kolonlarla hareketlendirilmiştir. Bu yapıda hafif içbükeylik yüksek aynalarla daha da vurgulanmıştır.

Dolmabahçe Sarayı’nın en görkemli mekânlarından olan Süfera (Elçilik) Salonu birbirine dik iki eksen üzerinde açılmış mekânlarla genişletilmiş, merkezi planlıdır. İçerisi altın varaklı motiflerle bezenmiştir. Tavanlarda barok üslupta kıvrık dallardan oluşan göbekler, kartuşlar ve rozetler görülmektedir. Bunların çevreleri akantus, meandr ve yumurta dizisi motifleri ile çevrelenmiştir. Süfera Odasına açılan diğer köşe odaları da aynı özende yapılmıştır. Bunlardan Kırmızı Salon olarak tanınan bölüm denize doğru uzanmış dikdörtgen planlı bir hacimdir. Padişahın elçileri kabul ettiği bu salon son derece gösterişli yapılmıştır.

Resmi Daire’nin iki plan düzenini büyük kristal bir merdiven birleştirmektedir. Böylece her iki yapı arasında bütünlük sağlanmıştır. Bu merdiven denize paralel dikdörtgen bir hacim içerisine yerleştirilmiştir. Bunun sonucu olarak da her iki salonda birbirine bağlanan simetrik bir düzen meydana getirilmiştir. Resmi Daire’den Muayede Salonu’na kadar olan alanda da her ikisi arasında bağlantıyı sağlayan bir ara bölüm bulunmaktadır. Bu bölüm Camlı Köşk’e bağlanan uzun bir geçitle ayrılmıştır. Bu bölüm belirli bir plan tipine uymamakta ve daha çok koridor ve servis merdivenleri için kullanılan bir alandır.

Hususi Daire’nin plan şeması ve mekân yapılanması ile iç dolaşımı sarayın en karmaşık bölümünü oluşturmaktadır. Bu bölümde altlı üstlü beşer büyük orta salon görülmektedir. Üçüncü yalı kapısının karşısına gelen bölüm Valide Sultana aittir. Burada giriş holü, deniz ve bahçe tarafına yönelik birer büyük oval merdivenler bulunmaktadır. Harem taşlığı olarak isimlendirilen bu holün güney tarafında büyük bir harem merdiveni bulunmaktadır.

Harem bölümü denize dik doğrultuda yerleştirilmiş olup sarayla L biçimli bir plan düzeni ile birleşmiştir. Bu bölümde büyük orta mekânlar, kapalı özel daireler uygulanmıştır. Ortak mekânlar haremin ortasına alınmış ve birbirlerine çift koridorlarla bağlanmış, aralarına aydınlık hacimleri ve servis bölümleri yerleştirilmiştir.

Haremin orta mekânları yapının ekseni üzerine dizilmiş, birbirleri ile bağlantılı dikdörtgen salonlardan meydana gelmiştir. Bunlar karşılıklı büyük merdivenlerle genişletilmiş ve merdiven başlarına, köşelere toskana başlıklı düz gövdeli yassı plasterler yerleştirilmiştir. Tavanlar geometrik çerçeveler içerisine alınmış kıvrık dallardan oluşan çiçek motifleri ile doldurulmuştur.

Sarayın Hünkâr Dairesi iki büyük salondan meydana gelmiş olup, içerisindeki dekorasyondan ötürü Mavi Salon ve Pembe Salon olarak isimlendirilmiştir. Bu salonlar barok ve rokoko üslubunda olup bezemeleri Süfera Salonu’na benzemektedir. Tavanlarda kare ve dikdörtgen çerçeveler içerisine alınmış manzara resimlerine yer verilmiştir. Denize ve bahçeye doğru eyvanlarla genişletilmiştir. Bunlardan Pembe Salon sarayın diğer salonlarından farklı olarak kapalı ve tek bir mekândan meydana gelmiştir. Denize yönelik geniş terasa açılan pencereleri aydınlatmayı sağladığı gibi içeride bulunan büyük boydaki aynalar da onları tamamlamaktadır. Bu salonun duvarları da mimari resimlerle süslenmiştir.

Sarayı yaptıran Sultan Abdülmecit erken yaşta öldüğünden ötürü burada uzun süre oturamamıştır. Yerine geçen kardeşi Abdülaziz 1876 yılına kadar burada kalmış, Sultan V. Murat üç ay gibi kısa bir süre burada yaşamıştır. Sultan II. Abdülhamit Yıldız Sarayı’nı tercih etmiştir. Sultan V. Mehmet Reşat’ın (1909–1918) burada oturmaya karar vermesi üzerine Mimar Vedat Bey sarayı yeniden onarmış ve yeni bir düzenleme yapmıştır. Osmanlı tahtına 1918 yılında geçen Sultan IV. Mehmet Vahdettin (1918–1922) bir süre burada yaşamış, 1922 yılında buradan bir İngiliz gemisine binerek ülkeyi terk etmiştir. Abdülmecit Efendi 18 Kasım 1922’de halife olarak buraya yerleşmiş ise de hilafetin kaldırılmasından sonra O da saraydan çıkarılmış ve ülkeyi terk etmiştir.

Cumhuriyetin ilanından sonra 3 Mart 1924’te çıkarılan 431 Sayılı Yasa ile Osmanlı hanedanının malları arasında bulunan Dolmabahçe Sarayı başta olmak üzere bütün saray, köşk ve kasırlar millete geçmiştir.

Dolmabahçe Sarayı çeşitli tarihi olaylara da sahne olmuştur. İstanbul’a 1 Temmuz 1927’de gelen Atatürk sarayda kalmıştır. Atatürk’ün Savarona Yatı’nda geçirdiği rahatsızlıktan sonra 25–26 Temmuz 1938’de Muayede Salonu’ndan sonra geçilen ve denize bakan dördüncü odaya yerleşmiş ve burada 10 Kasım 1938’de ölmüştür. Atatürk’ün isteği üzerine düzenlenen I.Türk Tarih Kongresi 1932 yılında; I. ve II. Türk Dil Kurultayı 1932 ve 1943 yıllarında burada toplanmıştır.

Dolmabahçe Sarayı TBMM Milli Saraylar Daire Başkanlığı yönetiminde müze olarak ziyarete açılmıştır. Aynı zamanda da kültür bilim tanıtım merkezi olarak işlevini sürdürmektedir. Burada konferanslar, sergiler, bilimsel araştırmalar yapılmaktadır. Kültür Bilim ve Tanıtma Merkezi sarayın girişindeki Mefruşat Dairesi’nde bulunmaktadır. Bu merkezin alt katı konferans, sergi salonu ve fotoğraf laboratuarıdır. Üst kat basın ve yayın merkezinin kitaplık, bilimsel araştırma ve saray arşividir. Ayrıca önündeki avlu sarayı gezenlerin oturup dinlenebileceği bir mekân olarak düzenlenmiştir.

Sarayın Şehzadelere tahsis edilmiş kuzeyindeki Veliaht Dairesi’nin bir bölümü Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi yönetiminde, Resim ve Heykel Müzesi olarak düzenlenmiştir.
Bu Foruma yaptığınız ilk ziyaretiniz ise, Forumumuzda bilgi alışverişinde bulunabilmeniz için öncelikle Kayıt olmalısınız. Üye olmayanlar Forumumuzda. Konu açamaz, Eklenti indiremez. Forumumuzu tam anlamıyla kullanmak için Üye olabilirsiniz..

 

* Bizi Takip Edin

Son Mesajlar

Ynt: KKTC Lefkoşa Selimiye Camii (Aya Sofya Katedrali) Gönderen: karacanenes
[25 Mart 2024, 12:09:22]


Teknik Personel Gönderen: TAŞYAPI
[24 Mart 2024, 16:13:27]


ÖN MUHASABE VE MİMAR PERSONEL ALIMI Gönderen: osman.blnk
[24 Mart 2024, 10:19:47]


Restorasyon alanında iş arıyorum Gönderen: Sudenur uysal
[22 Mart 2024, 19:19:58]


RESTORASYON ALANINDA DENEYİMLİ İNŞAAT TEKNİKERİ Gönderen: cabiyotlu
[22 Mart 2024, 11:02:48]


Ynt: NAKKAŞ/KALEMİŞİ/RESTARASYON EKİBİ Gönderen: nAKkaŞBey38
[22 Mart 2024, 01:59:53]

SimplePortal 2.3.7 © 2008-2024, SimplePortal