Restorasyon Forum

Hoşgeldiniz Ziyaretçi. Lütfen giriş yapın veya kayıt olun.

Restorasyon Forum - Reklam Alanı

Gönderen Konu: Antik Eserlerde Antika Tamirinde Mimari Tarzların Önemi-2, Antika, Barok Tarzı,  (Okunma sayısı 10223 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

M.Kemal Bektaş

  • Restorasyon Forum
  • ***
  • İleti: 158
  • Cinsiyet: Bay

ANTİKA TAMİRCİLERİ VE ANTİK ESERLER İÇİN MİMARİ SANAT TARZLARI HAKKINDA - 2

Antika tamiri yapacak Restoratörlerin mimari sanat tarzlarını bilmeden Restorasyonu ve Konservasyonu yapmaları asla mümkün değildir.
Sizlerden gelen sorular ışığın da mimari sanat tarzlarından derlediğim bilgileri sizlerle paylaşmak istiyorum
Restorasyon demek; objenin bütünlüğünün bozulan kısımlarının aslına uygun bir şekilde  yenilenmesi, onarılmasıdır.
Konservasyon ise; Objenin korozyona karşı bazı metotlarla  bozulmaya,çürümeye  karşı korunma tedbirleri çalışmalarının tümüdür.
İşte görüldüğü gibi Restorasyonu ve konservasyonu yapacak restoratör mimari sanat tarzlarını bilmediği takdirde tarihsel değeri olan antikalarınızın onarım ve bakımlarını yapamayacağı ve antikalarınızı çöpe çevirebileceği bir aşikardır.
Her mimari sanat tarzının ait olduğu döneme ait bazı özelliklere sahip olduğu bilinen bir gerçektir. Sizlere ana hatlarıyla hazırlamış olduğumuz bu sanat tarzları ile ilgili bilgilerin çalışmalarınıza ışık tutacağı bilinciyle ayrıntılara özellikle dikkat ettik.
Şimdi belli başlı sanat tarzları ve o dönemin karakteristik özelliklerini birlikte inceleyelim:


Bauhaus
Bauhaus; 20. yüzyılda mimari, tasarım, sanat alanlarında yeni akımlar yaratmış bir okuldur. Kurulduğu zaman dünyanın en seçkin ve çağdaş  mimarlarını, sanatçılarını,  bir araya getirerek, yalnızca bir eğitim kurumu yaratmamış, aynı zamanda bir üretim merkezi ve tüm bunların konuşulup tartışıldığı bir yer haline gelmiştir.
Bauhaus mimaride olduğu kadar endüstriyel tasarım ve şehir planlama gibi konularda yenilikler getirmiş, yeni bir mimari akım yaratarak, sanatın tüm dallarını etkilemiştir.
Bauhaus'un kuruluşundaki ilk hedef kombine bir mimarlık okulu, zanaat okulu ve güzel sanatlar akademisi yaratmaktı. Savaş sonrası Gropius'a göre yeni bir mimari stil başlamalıydı. Daha fonksiyonel, ucuz ve kalıcı ürünlerin üretildiği bir stil. Böylece Gropius sanat ve zanaatı birleştirerek, fonksiyonel ve sanatsal ürünler yaratmak istiyordu.
Bauhaus'a göre mimarlık, ressamlık, heykeltraşlık ve zanaatkarlık iç içe olmalıydı. Walter Gropius; sanatçıyı, zanaatkarın yücesi olarak görürdü.
Bauhaus'un en temelinde sanatsal ve uygulamalı öğretim yatıyordu. Her öğrenci kendi seçtiği çalışma atölyesine katılıp bitirdikten sonra, mecburi hazırlık kursunu tamamlamak zorundaydı. Böylelikle temel zanaat bilgisi, tasarım parametreleri ve uygulama bir araya getirilmişti.
Makina Bauhausçular tarafından pozitif bir eleman olarak değerlendiriliyordu. Bu sebeple endüstri ürünleri tasarımına da önem veriyorlardı.
Temel tasarım dersi fikri ilk burada oluşmuş ve günümüzde dünyadaki çoğu mimarlık okullarınca benimsenmiştir.
Bauhausta nesnel yaklaşım benimsenmişti. Okula gelen öğrencilerin öğretmenlerini,  birini ya da bir stili taklit etmeleri yerine kendi yollarını bulmaya teşvik ediyorlardı.
Bauhaus bir tasarım okuludur. Devlet Bauhaus Okulu (Das Staatliche Bauhaus) bir mimarlık okulu olarak değil, özellikle zanaatları önemseyerek, tüm tasarım disiplinlerini kapsayacak biçimde oluşturulmuştur. Bauhaus’un temel düşüncesi, sanatla zanaatı birleştirme ve disiplinleri bütünleştirme zorunluluğunu vurgulamasıdır.  Mimarlığı bir araştırma nesnesi olarak ele almış, bu okulun üretim biçimleri, malzemeler, yeni denemeler asıl ilgi alanını oluşturmuştur. Bauhaus kurulduğunda tasarımın araç ve olanaklarının tüm alanlarını sorgulamak görevini yüklenmiştir. Bir arada ve artan bir işbirliği içinde çalışma sağlanarak, bir ölçüde ortak bir anlayıştan yola çıkarak, zamanın endüstrisi, zanaatları, bilim dalları ve yaratıcı tasarım güçleri arasındaki bağlantıyı kurmayı başarmıştır. Bauhaus potasında oluşan bu sentez, temel tasarım uygulamasının yönlendirmesiyle ışınlanmış ve günümüze kadar ulaşmıştır
Cesur, rasyonel ve fonksyonel tasarımları ile Bauhaus anlayışının etkisi sanat, tasarım ve mimari disiplinlerde halen devam etmektedir. Bauhaus ekolünün ortaya çıkardığı mimari yapılar, eşyalar ve sanat eserleri günümüz bakış açısı ile modern ve estetik görünsede,1920’li yıllarda yarattıkları farklılıkla dönem insanları üzerinde oldukça şaşırtıcı etkiler oluşturuyordu.
Almanya’nın ekonomik kalkınma hamleleriyle, İngiltere’ye ait endüstriyel üretim şekillerini ve zanaat yöntemlerini kendi sınırları dahilinde hayata geçirmeye başladığı, 19.yüzyıl’ın sonu, Bauhaus düşüncesinin de miladı oluyordu.  Bu tarihe kadar sadece sanatsal çalışmalarını sürdüren Prusya Sanat okulları atölyelerinde, İngilizlerin geliştirdiği metotları da kullanmaya başladılar.
Bu dönemde Peter Behrens ve Henry van der Velde gibi modern sanatçılar Düsseldorf ve Weimar okullarının yönetimini üstlenmişlerdi, endüstri ürünlerinin önemli ekonomik faktörler olduğunu vurgulayıp Avrupa pazarında üstünlük kazanmak için, yeni stiller geliştime konusunda gayrete girişiyorlardı.
Bu düşünceler baz alınarak, Alman sanat, endüstri ve zanaatını biçimlendirip, bağdaşık bir Alman stilini geliştirip belirlemek için, 1907 yılında Münih’te “Deutscher Werkbund”, yani Alman eser ittifakı oluşturuldu.
Bauhaus eğitiminin merkez ayağı, tüm sanatların birleştirilmesinden oluşan geleceğin mimarisiydi. En önemli örneklerinden biri 1926 yılında Walter Gropius tarafından tasarlanan ve inşa edilen usta evleriydi (“Meisterhäuser”).
Kullanılan tüm malzemeler denetlenmiş ve teknik donanımlar çağın en yeni ve gelişmiş modellerinden esinlenilmişti. İç tefrişatlar, örneğin mobilyalar, halılar ve diğer tasarımlar Bauhaus’un kendi atölyelerinde üretilimişti. Malzeme seçiminde, mobilyaların ve duvardaki renklerin bina ile bir bütünlük sağlamasına özen gösterilmişti. Bunun anında her odada farklı bir kalite anlayışı göze çarpıyordu.
Bu örnek binaların hayata geçirilmesi için bir yerleşim bölgesi planlanmış, ancak ilk bina yapılsada Bauhaus’un iki yıl sonra Dessau’a taşınması ile proje gerçekleşememiş ve “Am Horn” binası Weimar şehrinde Bauhaus’un tek mimari eseri olarak günümüze kadar ulaşmıştır.

Bizans mimarisi
Bizans mimarisi, Bizans İmparatorluğumimarisidir. İmparatorluk, Büyük KonstantinRoma İmparatorluğu başkentini Roma'dan Byzantion'uma doğuya taşıdığı 330 yılından sonra ki Roma İmparatorluğu'nun sanatsal ve kültürel varlığını adresler. Byzantion, "Yeni Roma", sonradan Konstantinopolis ismini almıştır, bugün İstanbulolarak adlandırılmaktadır. İmparatorluk, bir Milenyumdan  fazla yaşamış, Avrupa'da Orta Çağ ve Rönesans mimarlığını etkin şekilde etkilemiş, 1453 yılında İstanbul'un fethinden sonra Osmanlı mimarisini etkilemiştir.
Doğu mimarlığının etkisinde kalan ve bu etki içinde gelişen Bizans mimarisi, bir tuğla mimarisidir. Bunun yan sıra malzeme olarak taş, bazen taş ve tuğla birlikte (almaşık) kullanılmıştır.
 Bizans İmparatorluğu içinde serbestçe yapılan, kullanımına ve gösterişli olmasına özen gösterilen ilk kiliseler "bazilika" plânındadır. Bazilika, Helenistik ve Roma döneminde, açık pazarı ve mahkemesi bulunan büyük salonlara verilen addır.

Bizans sanatı dînî mimarînin ana prensiplerini İlkçağ Roma mimarîsin den almıştır. Erken Hıristiyan çağının ve İlk Bizans devrinin başlıca kilise mimarîsinin şaşmaz yapı tipi olan basilika, menşei hususundaki pek çok hipotezlere rağmen ilk örneklerine Roma mimarîsinde raslanan profan basilikaların Hristiyan inancına uydurulmuş bir devamcısıdır. Uzunlamasına gelişen mekân iki destek dizisi ile üç sahne ona ayrılmış, ortadakinin doğu ucuna dışarı ta­ şan yarım yuvarlak plânlı ve üstü kâgir yarım kubbe ile örtülü apsis yerleştirilmiştir. İlk yüzyıllarda dev ölçülerde inşa olunan basilikaların üstleri çifte meyilli kiremit kaplı ahşap çatılarla örtülü olduğundan, bu tür yapılar yangınlarda ve zelzelelerde çok büyük ölçülerde zarar görmüşler bu yüzden de, harap olduklannda çok defa bir daha ihya olunamamışlardır. Basilikaların batı taraflarında atrium denilen etrafı revaklı bir avlu ile hazırlık mekânı durumunda narthex denilen bir ön hol vardır. Basilikalann bazıları pek nadir hallerde beş sahnlı yine bazı nadir hallerde apsisin önünde transept denilen, iki ucu dışarı taşkın enine uzanan bir mekân da vardır. Hellenistik tip denilen, bu klâsik basilikalar Akdeniz çevresinde sayısız denilebilecek  kadar çok inşa olunmuştur
Başta başkent İstanbul olmak üzere bilhassa büyük şehirler ile kıyı bölgelerin de çok yaygın olan ve cemaatin toplu ibadetine mahsus olan bu basilika mi marisinin iki yerde Suriye ve İç Anadolu'da değişik biçimlerde uygulandıkları dikkati çeker. Suriye'nin muntazam keme taş teknikli basilikaları, geniş kemerli girişleri ve bunun iki yanında yükselen kuleleri, nefleri ayıran seyrek payeleri ve bunların üzerlerine uzunlamasına atılmış geniş açıklıklı kemerleri, apsisleri nin dışındaki konsollara oturan süs mimarileri ile çok değişik bir mimariye sa hiptirler. Halbuki İç Anadolu'da,  Karaman dolaylarında Karadağ'daki basilikala rın itina ile yontulmuş kesme taş mimarileri çok daha değişiktir. Bunlar hiçbir süs unsuru olmayan, son derece içine kapanık, dışarıya ikiz bir giriş ile bağla nan, üstleri kâgir tonozlarla örtülü basilikalardır. Metleri bodur payeler ayını.
Erken devir Bizans mimarisi Roma'nın hamam ve mezar binalarından ilham alarak bir tarafdan da merkezî plânlı dinî yapılar meydana getirmiştir. Genellikle aziz veya azizelerin hatırasına sunulan ve onlann kutsal kalıntılarını (renque) muhafaza eden bu yüzdende martyrion (şehidlik) olarek adlandırılan bu türden yapıların, benzerleri vaftiz binaları(baptisterion) olarakda inşa olunmuş­tur. Bunların merkezî mekânlarının içinde sütunlardan meydana gelen bir halka bulunur ve genellikle üstleri bir kubbe ile örtülüdür. Duvar kalınlığı içine de hem mekânı genişletmek, hem statik bakımdan kubbe sisteminin baskısını karşılamak hem de masif duvar kitlesini hafifletmek gayesiyle nişler yapılmış­tır. Merkezi plânlı yapılar, basilikalara nazaran mimarlara daha geniş çeşitlilik sağladıklarından çok değişik ve zengin uygulamalar meydana getirilmiştir. Erken devir mimarisinin önem verdiği bir özellik de, basilikalanın bitişiğinde müş­temilât olarak genellikle merkezi plânlı bir ek yapının bulunmasıdır.
V. yüzyıla doğru Anadolu'da bu iki ayrı mimârî anlayışı birleştiren bir yapı tipinin doğduğu görülür. Bu, kubbeli basilika adı verilen kilise biçimidir. Bunda zemin plânı bakımından bir basilika olarak yapılan mimarî eserin orta sahnının ortasının kare bir kule gibi yükseltildiği ve bunun bir kubbe ile örtüldüğü görülür Anadolu'da Antalya'da Kesikminare c. (Panaghia kil.), Mut yakı­ nında Alacahan manastın kilisesinde varlığı tesbit olunan, Silifke'de Thekla zi yaretgâhındaki ikinci kilisede de uygulandığına dair izler olan bu sistemin, en büyük ve gösterişli örneği, İstanbul'da İmparator İustinianus'un 532-537 yıllan arasında şimdiki şekli ile yeniden yaptırtığı Ayasofya'dır. Roma mimarlığının çok sevdiği aşırı derecede büyük ölçüler ile meydana getirilen bu eser, zemindeki plânı bakımından bir basilika yani uzun yapı olarak tasarlanmış, fakat örtü sisteminde, merkezî tipli binalarda kullanılan kagîr kubbe sistemi ile orta sahnın örtülmesi düşünülmüştür. Batı Anadolu'lu iki mimann, Tralles (Aydın)'li İsodoros ve Miletos (Söke-Balat)'lu Anthemios'un bu binada "rüzgârdan şişmiş bir yelken biçimindeki" kubbeyi dört büyük kemer üzerine oturtmakla beraber, 31-33 m. çapındaki bu kubbenin baskısına önce batı-doğu ekseni üzerinde iki büyük yarım kubbe ile yarıya böldükleri, sonra her yarım kubbeyi eksedra yanm kubbeleri ile üçe bölerek karşıladıkları görülür. Böylece zemin plânı olan basilika örtülmüş oluyordu. Fakat bina esasında basilika preniplerine uygun olduğundan iki yanlarındaki baskılar, kuzey ve güney galerideki bir kemer ve tonoz sistemi ile karşılanmak istenmiş, bu da statik bakımdan yetersiz olduğundan, yanlara doğru açılma tehlikesinde olan yapının sürekli desteklenmesini gerektirmiştir.
Bu ilk devrin yapılarının, Suriye'dekiler hariç, dış mimarileri sade ve gösterişsizdir. Tamamen içe dönük bir mimari hakimdir. İstanbul'da Fatih camii yerinde olduğu bilinen Hagioi Apostoloi (On iki Havvari) kilisesi ile Ephesos (Selçuk)'da Hagios İoannes kiliselerinde ise VI. yüzyılda, basilika ile kubbeli yapı prensipleri kaynaştırılarak, serbest haç biçimindeki bir plân üzerinde uygulanmıştır. Bu esasa göre yapılan bu büyük yapılarda bir mekân bütünlüğü olmayıp peşpeşe sıralanan ve yanlardan da tekrarlanan biribirinin benzeri mekânlar vardır. Bu düzenleme, dört yöne uzanan dört basilikanın bir orta mekân etrafında haçvarî toplanması suretiyle meydana gelen, Suriye'deki Symeon Stylites (Kalat-ı Seman) manastırı ziyaret kilisesini andırır, ve onun gelişmiş bir benzerini teşkil eder. Yani kısacası VI. yüzyıl mimarisi büyük yapılarda bile Ayasofya programını tekrarlamayı denememiştir.


Eklektik mimari
Eklektisizm, farklı sanatsal dizgelerden alınan öğelerin yeni bir dizge içinde yeniden kullanılmasıdır. Sanattaki farklı çağ ve usluplardan seçilip devşirilen öğelerin yeni bir tasarım ya da ürün oluşturmak için ele alınması olgusunu ifade eder.
Eklektisizm kelimesinin kökü olan Eklektik kelimesi genellikle, bir sisteme ait olan veya tek başına anlam ifade eden öğelerin birden fazlasını toparlayarak oluşturulan  yeni sistem veya sistemler anlamına gelmektedir. Türkçe'de "eklemek-takmak "  anlamına gelen bu kelime, Lidya dilinde "eklektikos" veya tam olarak "yine takmak" anlamına karşılık gelen "eklegein" kelimelerinden türemiştir.
Eklektisizm, 19. yüzyılda çok yaygın bir biçimde görülür. Bununla birlikte eklektisizm  bir üslup değil, bir davranış biçimi olarak değerlendirilmelidir. Ancak farklı eklektisist üsluplardan söz edilebilir. Bu üsluplar hepsinde davranış biçimi ortak olduğu halde, biçim malzemesininde de değişirirdiği çağ ya da üslup ve bunların yeniden dizgeleştirilişi farklıdır.
Kelime anlamı olarak "seçmecilik, çeşitli görüşlerden seçilmiş fikirleri bir araya toplama" olarak tanımladığımız eklektizm trendi son yıllarda dekorasyonda da kendini çokça hissettiriyor. Ancak bu yıl karşımıza daha modern ve sade formlarla dengelenmiş versiyonu çıkıyor. Geleneksel çizgilerin modern detaylarla zenginleştiği  bu stilde taş, ahşap gibi doğal ve sert hatlı malzemeler oldukça renkli ve yumuşak formlarla birleşiyor. Özellikle mimari olarak dikmeli ve kirişli yapı sistemi geleneksel alçı sıva duvar ve konsol tavanlarla sıra dışı bir mimari kontrast yaratıyor. Eklektizm tasarım dünyasının en gözde ‘mantra’sı olmuş durumda. Farklı kültürlerin yarattığı sinerji yaşam alanlarında hayat buluyor.
Modern eklektizmin en güzel örneklerinden biri olarak tasarımcı Piero Lissoni'nin Karteli için tasarladığı Pop koltuk ve Philippe Starck tasarımı Mademoiselle Chair'i gösterebiliriz. Her ikisi için de Missoni'nin çiçek baskılı kumaşları tercih edilmiş. Yine, İç Mimar Shelia Bridges'in dekora ettiği evler, sınır tanımayan, özgür dekorasyonu ile tam anlamıyla modern eklektizmi yansıtıyor.
Modem eklektik stil, aslında oldukça gündelik ve evinizde uygularken fazla zorlanmayacağınız kadar doğal ve eğlenceli bir dekorasyon tarzı. Önemli olan hangi mekan olursa olsun dikkat çekici ve beklenmedik bir odak noktası oluşturmanız. Örneğin sade renkli bir salonda kullanacağınız kırmızı çiçekli modern bir lambader ya da puf, tüm mekana sıradışı bir hava katacaktır. Şeker pembesi duvarlar ya da tek duvara uygulayacağınız bol çiçekli duvar kağıdı hemen dikkat çekecektir. Yuvarlak formlu klasik bir kanepenin yanında kullanacağınız keskin hatlı modern bir mobilya ortamın feminen çizgisini dengeler. Eklektik stilde uyumlu olabilmek için farklı tarzları aynı potada eritebilmek çok önemli. Renk seçimlerinizde naturel tonlardan yola çıkarak döşeme, duvar ve zemin için renk seçebilirsiniz. Krem, gri, siyah, kahve ve bej ile beyaz ve fildişi tonları stilde en dikkat çeken renkler. Ancak pembe ya da yeşil gibi parlak renkli aksesuarlarla kontrast yaratabilirsiniz.
Modern eklektik stilini uygularken bazen vintage, bazen country, kimi zamanda fazla rüküş olabilirsiniz. Bunun için dikkat etmeniz gereken dört detay:
Modern mobilyaların arasına antik çerçeve ve aynalar, melek bibloları gibi değerli aksesuarlar serpiştirin.
Aksesuar seçimlerinde de kontrast yaratabilirsiniz. Çok modern bir figürü klasik bir abajurla bütünleyin.
Geleneksel ve modern parçaları bir arada kullanın.
Keten ve koton gibi ham dokuları ipek, kadife, saten gibi naif kumaşlarla kombinleyin.  Eskitme bir orta sehpayı oldukça modern cam yan sehpalarla tamamlayın.


Dekonstrüktivizm
Dekonstrüktivizm ya da yapısal analiz, 1980'lerin sonlarında ortaya çıkan postmodern mimari akımı. Yapıyı oluşturan mimari unsurların bütünlüğünün parçalanması, yüzeylerle yapılan oyunlar, dış cephe gibi mimari unsurların dik açılı olmayan köşelerle yamultulması ve kaydırılması gibi yöntemlere dayanır. Dekonstrüktivist tarza sahip binalar bakanlara belirsizlik ve kargaşa hissi verir.
Dekonstrüktivist mimarlar başlangıçta Fransız filozof Jacques Derrida'nın fikirlerinden etkilendiler. Her ne kadar Peter Eisenman ile Jacques Derrida birbirlerine oldukça yakın olsalar da Eisenman'ın mimariye yaklaşımı, tanışmalarından ve dekonstrüktivist olmasından çok önce gelişti. Peter Eisenman'a göre dekonstrüktivizm, radikal şekilciliğe ilgisinin bir uzantısı olarak ele alınmalıdır. Dekonstrüktivizmin bazı uygulayıcıları, konstrüktivizmingeometrik dengesizlikleri ve biçimsel deneylerinden de etkilenmişlerdir.
Dekonstrüktivizm hareketinin tarihinin erken dönemlerinde olan ve de gelişimini etkilemiş önemli üç olay vardır. Bunlardan ilki, 1982 yılına ait Parc de la Villette  mimari tasarım yarışmasıdır. Özellikle Jacques Derrida ve Peter Eisenman'in tasarımları ile Bernard Tschumi'nin ödül alan tasarımı, dekonstrüktivizm akımına önemli etkileri olmuştur. İkinci önemli olay olan Modern Sanatlar Müzesi'nin; 1988'de, Philip Johnson ve Mark Wigley tarafından düzenlediği New York Dekonstrüktivist Mimarlığı sergisi hem bu akımın tanınması hem de bu akımla özdeşleşdirilecek mimarların ortaya çıkması bağlamında dönüm noktası olan etkinliklerden birisidir. Modern Sanatlar Müzesi'nin New York sergisi; Frank Gehry, Daniel Libeskind, Rem Koolhaas, Peter Eisenman, Zaha Hadid, Coop Himmelb(l)au ve Bernard Tschumi tarafından yapılan çalışmaları sergilemiştir. Bu sergiden sonra dekonstrüktivizim akımı ile özdeşleştirilmiş birçok mimar bu kavrama  mesafe koymuştur. Fakat bu terim genel olarak kabul görmüş ve bugünün mimarisinde yaygın kullanılan bir akım olarak kendine yer bulmuştur. Bu akıma önemli katkısı olmuş üçüncü olay da  ABD'nin  Ohio  eyaletindeki  Columbus şehrinde yer alan Peter Eisenman tarafından tasarlanmış Wexner Sanat Merkezi'nin, 1989 yılında tamamlanıp hizmete sunulmasıdır.
Dekonstrüktivizm  akımında modernizm-postmodernizm karşılıklı etkileşimi;  dışavurumculuk, kübizm, minimalizm veçağdaş sanat gibi diğer 20. yüzyıl hareketlerine de referans olmuştur. Dekonstrüktivizmin uygulamacılarının "biçim işlevi takip eder", "biçimin saflığı" ve "malzemelere dürüstlük" gibi prensipleri daraltıcı modernizm "kuralları" olarak görür ve mimariyi bu kavramlardan uzaklaşmayı amaçlar.

Ekspresyonist mimarlık
Ekspresyonist mimarlık veya Dışavurumcu Mimarlık, modern mimarlık  akımlarından   biridir. Almanya’da I. Dünya Savaşı sonrası ortaya çıkan  Ekspresyonist  mimarlık, 1930’a kadar varlığını sürdürmüştür. Çok kesin ve çizgileri belirlenmiş bir üsluba sahip değildir. Ekspresyonist mimarlık, genelde tarihten biçim aktarmaları yapmayı yadsımış olmasına rağmen ortaya çıkan bazı ürünlerde geçmişi yorumlama çabası görülmektedir. Yine de  Ekspresyonistlerin  ana özelliği hiçbir biçimsel ön yargı taşımamaları ve daima yaratma sorunsalını ön plana çıkarmalarıdır.
P. Behrens, ilk Ekspresyonist mimar olarak bilinmektedir. Onun 1908–13 yılları arasında Berlin’de AEG firması için yaptığı yapılar akımın başlangıç ürünleri sayılırlar.  Daha sonraları H. Poelzig ve E. Mendelsohn gibi mimarlar da Ekspresyonizme   yönelirler. Berlin yakınlarındaki Postdam’daki Einstein Kulesi (1920) Ekspresyonizmin klasik yapıtı sayılır.
1920’li yıllarda Hollanda’da Ekspresyonist doğrultusunda ürünler belirmeye başlandı. En önemli sanatçı M. de Klerk’tir.
1910-1930 arasında özellikle Almanya’da etkisini göstermiştir. İşlevselliği ifadeci formla birleştirme; ifadeci form için bireysel ve duygusal tasarım; alışılmamış form ve yeni malzemelerin kullanımı Dışavurumcu mimarinin özellikleridir. 1880-1910 yıllarında yaygın olan Art Nouveau’da da dışavurumcu bir tavır vardı. 1910 yılından  sonra da Ekspresyonizm önemli olmaya devam etti. Ekspresyonist mimaride doksan derecelik açı kullanımı tercih edilmez.
Bruno Taut‘un 1914’de Köln‘deki  Cam Pavyon’u, Erich Mendelsohn‘un 1921′de bitirilmiş olan Potsdam‘daki Einstein Kulesi ve Hans Poelzig‘in Berlin‘deki Grosse Schauspielhaus tiyatrosunun iç dekorasyonu Ekspresyonist mimarlığın önemli örnekleridir. Bauhaus okulunun kurucusu Gropius da, Ekspresyonist mimarlığın erken döneminin temsilcilerinden biridir.Karaktere göre renk ile dışavurum farklılaşır.
Ekspresyonist sanatçı, ruhunu ortaya koymak için gerçeğin biçimini bozma yöntemini kullanıyor, deformasyon yapıyor.

Özel bir durumu yansıtan Ekspresyonist tablolar evrensel değildir.
Sivri keskin çizgiler, kırmızı ve tonları öfke; dairesel oluşumlar, mavi ve tonları sakinliği vurgular. (Bloğumuzda yayınlanmış Renkler dosyasına bakabilirsiniz.)
Ekspresyonizm ilk önce resim alanında doğmuş, sonra edebiyatta da etkili olmuştur.
Dışavurumcu ressamlar arasında Edvard Munch (1863-1944), Ernst Ludwig  Kirchner (1880-1938),  James Ensor (1860-1949) ve Oscar Kokoschka  (1886-1980)  sayılabilir.
1933 yılında Nazilerin Almanya’da başa geçmesinden beş yıl sonra Ekspresyonist sanat yok olmuştur. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra etkisini yeniden göstermiştir. Savaşın stres yüklü duygulanımları Dışavurumculuğu yeniden doğuran faktör olmuştur.
Dışavurumculuk, Kübizm, Fütürizm, Minimalizm ile özdeşleşerek temel bir sanatsal  ifade olarak canlılığını sürdürür.

Fonksiyonalizm (mimarlık)
Fonksiyonalizm, mimarların binaları sadece amaçlarına göre tasarlamasını öngören bir prensip ve mimari akım. İlk aşamada oldukça net görünen bu tanım, modern mimarlık başta olmak üzere farklı mimarlık alanlarında kafa karışıklığına ve hararetli tartışmalara yol açmıştır.[kaynak belirtilmeli]
Fonksiyonalizmin ilk örneklerine Vitruvius'un üç koşulunda rastlanmaktadır. Vitruvius’a göre mimarlıkta üç klasik koşul gerçekleşmelidir. Bu kavramlar; kullanışlılık (Latince: utilitas), güzellik (Latince: venusta) ve sağlamlıktır (Latince: firmitas).
İşlevsellik çağdaş mimarinin dayandığı temel tasarım ilkelerinin en önemlilerinden olup Amerikalı mimar Louis Sullivan tarafından mimarlıkta kullanılan “biçim işlevi izler” sloganına dayanır. Gerçektende pratik işlevlere çözüm arayarak yola çıkan bir tasarımcı işlevsel yöntemle bir biçime ulaşır. Ve bu biçim yada form mimarlığın ana kriterlerinden ilki olan işlevselliği yerine getirir. Eğer bu biçim sağlam inşa edilmişse rüzgar, zelzele gibi güçlere dayanabiliyorsa işlevsel bir form yani bir bina yaratılmış demektir. Ancak bu yapının estetik değerlerinin büyüklüğü onun mimari değerlerinin de ölçütü olacaktır. Bu değer yüksek düzeydeyse mimarlıkta yüksek, orta ise mimarlıkta ortadır. Eğer bu değer olumsuz ise mimarlıkta olumsuzdur. Dolayısıyla ortada güzel olmayan mimarlıktan uzak bir yapı vardır.

Gotik mimari
Gotik sanatının özellikleri incelenecek olunursa, bu sanat tarzıyla yapılan mimari yapılar en önemli özelliği, bu yapıların sivri olmasıdır. Özellikle Roma mimarisinde,   kubbelerde sivri ve birbirlerini kesen kemerler oldukça fazla kullanılmıştır. Bu tarzda yapılan mimari yapıların bir diğer önemli özelliği ise, bu tür yapılarda çok fazla pencere kullanılmıştır ve pencere camları renkli yapıdadır. Çatılarda yer alan ve oku andıran kulelerde, bu sanattaki bir diğer önemli özelliği oluşturur.
Gotik sanatı en çok mimaride kullanılmakla birlikte, bu sanat aynı zamanda resim, gündelik eşya, süs ve heykelcilikte de kendini göstermiştir. Gotik tarzda yapılan heykeller, daha çok kiliselerin duvarlarında kendilerinde yer edinmişlerdir. Bu tarzda yapılan heykeller, Hıristiyanlıktaki ilk dönemlerdeki bir özelliği anımsatmaktadır.  Sanatçılar gotik tarzıyla heykeller yaparken, inanç sahibi kişilere  görsel bir hediye sunmayı ön planda tutmuşlardır.
Gotik sanatı, kendisini daha çok dini yapılarda kendini göstermeyi başarmıştır. Bu yapılar ise, katedral ve kilise gibi dini yapılardır. Gotik tarzı kullanarak yapılan bu tür yapılara en önemli örnekler ise, Notre Dame, Milano ve Köln Katedralleridir.
Özellikle mimaride kullanılan gotik sanatının gelişimi ve sürdürülmesi, Avrupa’da 16. Yüzyılın başına kadarki döneme kadar sürmüştür. Gotik sanatının uygulama yöntemi ise, bu sanatı uygulayan ve bu sanatla yapılar inşa eden gotik mimarları, ilk önce ağırlıkla ilgili çalışmalar yapmışlardır. Ağırlığın itme kuvveti ve hangi yönde olduğu tespit edildikten sonra, ağırlıktaki baskı gotik mimarları tarafından fil ayaklarına ve kemerlere aktarılmıştır. Bu uygulamayla, yapının ağırlığı dengeye bağlanmıştır.  Mimari yapılardaki duvarlara, vitray tekniğiyle çeşitli süslemeler yapılmıştır.  Vitray ve Cam, zamanla gotik sanatının önemli karakteristik özelliklerinden biri olmayı başarmıştır.
Bu dönemde var olan ” Romantik Sanatı ” değişime uğramış ve ” Gotik sanatı” bu nedenle Latin sanatına tepki olarak meydana çıkmıştır. Bu sanat, aynı zamanda Avrupa tarihinde oldukça ünlü olan Rönesans dönemini başlatan akımdır.
Gotik kavramı sanatla ilgili bir kavram olmakla beraber, sanat anlayışı ve yazı şekli olarak da kullanılmaktadır. Gotik yazı şekilleri, genellikle Almanlar tarafından kullanılır. Gotik sanatı, tarihi dönemler çerçevesinde incelendiğinde bu sanat 12. Yüzyılda ortaya çıkmıştır.
Sanat tarihçileri, Paris yakınlarındaki St.Denis manastırının küçük kilisesinin koroyerinin, bu manastırın başrahibi olan Suger tarafından 1137-1144 yılları arasında yeniden ele alınarak inşa edilmesini, Gotik biçemin "doğuşu" için bir dönüm noktası olarak alırlar.[12] "Gotik" sıfatının nereden geldiğini anlamak oldukça güçtür, çünkü İskandinavya'dan gelen barbar bir kavim olan Got'lar; göçebe olduklarından belirli bir mimari şekli getirmemişler, putperest oldukları için de kilise yapmamışlardır. Ayrıca, Ortaçağ sonlarındaki herhangi bir sanat şeklinde belirli bir etki bıraktıkları da görülmemiştir. Got'lar, M.S. I. yüzyıl boyunca Vistül nehrinin ağzından güneye doru inmiş ve Tuna'nın sol kıyılarında yerleşmişlerdi. Bu bölge sonradan Gotik sanatın merkezi olarak dikkat çekmediğine göre kelime, bu üslubun geliştiği bölgeden alınmış olamaz. Akla yakın bir açıklama, Rönesans devri İtalyan hümanistlerinin Gotik kelimesini, kendi düşüncelerine göre, Alplerin kuzeyinden gelen herşey anlamındaki barbar kelimesi ile eşanlamda kabul etmiş olmalarıdır.
Gotik mimarlıkta kullanılan ve biçemin özelliklerini belirleyen tek tek elemanların hiçbirisi, gerçekte yeni bir buluş değildir: Sivri kemer, kaburgalı çapraz tonoz, payanda ve uçan payandalar, bütünün ve koroyerinin planları, portal düzenlemesi, nef duvarının düzenlenişi, hatta gül pencere… Gotik sanatı Gotik sanat yapan bu elemanların ve öğelerin hepsi, daha önceki Romanesk mimarlıkta dağınık olarak kullanılmıştı. Öyleyse Gotik biçem neden St. Denis ile başlatılmaktadır? Çünkü, tüm bu öğeler ilk kez Suger'in St. Denis'inde tek bir yapıda ve beraber kullanılmıştır.  Yeni olan, bu motiflerin bambaşka bir estetik amaca yönelmiş bileşimidir
Gotik mimar, yapının hem içersinde hem de dışında öncelikle düşey unsurları yakalamaya çalışmıştır. Bu durum, Hıristiyanlığın o çağlardaki "göksel inanç" gereğinin bir tezahürüdür ve Skolastik düşün ile doğrudan ilişkilidir.
Gotik mimarlık, antik Roma kültürünün (dolayısıyla bunun mimari-teknik unsurunun), Hıristiyanlık inancının (Skolastik felsefe) ve Kuzey kavimlerin kültürlerinin bir potada eritilmiş bileşimlerinin, o çağ için en yüksek düzeyde yapısal bir tezahürüdür.
Bugün, birçok Gotik yapının mimarları ve o yapıda çalışan yüzlerce sanatçının adları bilinmemektedir. Bunun nedeni, bu kişilerin tıpkı Mısır'ın dev piramitlerini yapanların ruhu gibi bunu, "sonsuzluk ve ibadet" için yapmış olmalarındandır. -Keşke tüm din'ler, inananlarına ibadet olarak "ağaç dikmeyi" şart koşsalardı!"- Dolayısıyla, yaptıkları eserlere adlarını yazmamış olmalarındandır. Yani, kollektivist bir ruh yapısının o döneme hakim olması ile çağın en büyük sanatsal performansı olan katedraller, gerçekten toplumsal projeler olmuşlardır. Ayrıca, Gotik katedrallerin inşa edilmesinde çeşitli Lonca'ların büyük katkısı olduğu göz önüne getirilmelidir, öyle ki, bir katedralin yapımı bittikten sonra aynı Lonca teşkilatı bir başka şehirde, yeni bir katedralin inşasına girişebiliyordu.
 
 


Hoysala mimarisi
Hoysala mimarisi, günümüz Hindistanı’nda Karnataka eyaletinin olduğu bölgede 11. ve 14. yüzyıllar arasında hüküm sürmüş olan Hoysala İmparatorluğu döneminde gelişen özgün mimari tarzdır. Hoysala nüfuzu Güney Deccan yaylasına egemen olduğu 13. yüzyılda doruk noktasına erimiştir. Bu dönemde inşa edilen Belurdaki ennakeava tapınağı, Halebidudaki Hoysalevara tapınağı ve Somanathapuradaki Keava tapınağı gibi irili ufaklı birçok tapınak Hoysala mimarisinin örnekleri olarak günümüze kadar ulaşmıştır. Hoysala mimari ustalığının diğer örnekleri Belavadi, Amrithapura, Hosaholalu ve Nuggehallide bulunan tapınaklardır. Hoysala mimari tarzının incelenmesi sonucunda Hint-Aryan etkisinin önemsiz olduğu ve asıl Güney Hint tarzının baskın olduğu anlaşılır.
Hoysala İmparatorluğunda tapınakların çok yaygın olmasının sebebi dönemin sosyal, kültürel ve siyasal olaylarıdır. Karnata tapınak inşa geleneğinin biçimsel dönüşümü Vainava ve Viraaiva düşünürleri ile sembolleşen dinî eğilimler kadar sanatsal açıdan Batı alukya derebeylerini geçmeyi arzulayan Hoysala krallarının yükselen askerî başarılarını da yansıtır. Hoysala hükümranlığının öncesinde 12. yüzyıl ortalarında inşa edilen tapınaklarda belirgin Batı alukya etkisi görünür. Daha sonraki tapınaklarda alukya sanatına ait belirtiler bulunsa da Hoysala ustalarına özgü yeni süslemeler göze çarpar. Karnataka eyaletinde günümüze kadar gelen yaklaşık yüz kadar tapınak bulunmaktadır. Bunların çoğu Hoysala krallarının anayurdu olan Malenadu bölgesindedir.
Karnatakada çok rağbet gören turistik yerler olan Hoysala tapınakları orta dönem Hint mimarisinin Karnata Dravida geleneğini incelemek isteyen mimarlık örencileri ve meraklıları için mükemmel olanaklar sağlar. Bu mimari geleneği Badaminin alukya hanedanı hamiliinde 7. yüzyılda balamı, Basavakalyanın Batı alukyaları yönetimi altında 11. yüzyılda daha da gelişimi ve sonunda Hoysalalar saltanatında 12. yüzyılda bağımsız bir tarz hâline dönüşmüştür. Tapınaklarda göze çarpan yerlerde bulunan orta dönem Kannada dili yazıtlar tapınakların detaylarını verir ve Hoysala hanedanı tarihi hakkında deerli bilgiler sunar.

Konstrüktivizm (mimarlık)‎ 
20. y.y. ikinci on yıllık süresi içinde aktif olan önemli bir sanat hareketidir. Hareket rusyada doğmus ve 1917 devrimini müteakiben etkinlik göstermiştir. Yeni doğan bu dünya düzeni içerisinde sanatçının bir mühendis ve bir bilim adamı olduğunu kabul eden bu harekete bağlı sanatçılar yeni kurulmakta olan bir düzenin yeni kurallara ihtiyaç duyduğuna inanmaktadır. Burjuva ön yargılarına şiddetle karşı çıkan konstruktivistler sanat için sanat fikri ve gerçeğin yorumu ve tasviri anlayışına da tepki göstermektedirler Materyalist tavrı yeni bilimsel ve materyal biçimlerde belirlemeye çalışarak toplumsal olarak faydalı ve kullanılabilir şeylerin yeni biçimlerin kaynağı olduğunu kabul ederlerdi. Toplumu ve sanatı bütünleştirme çabasında makine ve insan bilinci zamanlarını yansıtacak güçte olup 20. y.y. nın değişen şartlarına uygun bir estetik yaratmak istiyorlardı. En önemli sanatçıları endüstriyel desen, ahşap, metal ve seramikle birlikte film ve tiyatro ile uğrasan Vladimir Tatlin, tipografi, poster, fotoğraf ve film ile uğraşan Alexander Rodchenko mimari ve ic dekorasyonla uğraşan El Lissitzky ve insan duygularını şekillendiren psikolojik fenomen ve iç fenomenlere eğilen Naum Gabo olmuştur. Sanat tarihi içerisinde bu akıma bağlı olarak şekillenen en ilginç eser bir proje olarak kalan 3.Enternasyonale anıtıdır. Geleceğe donuk eser olarak ta ünlenen bu eser uzay cağı dinamizmine uygun bir düşüncenin ürünü olup masif bir spiral olarak teşkilatlandırılmıştı. içinde bir silindir, bir küp, bir küre asılı olup, çeşitli mimari mahalleri ihtiva edecekti. Bugün ayakta kalan en önemli konstruktivist eser ise moskovadak, Leninin mozolesidir.
Vladimir Tatlin (1885-1953)-Alexander Rodchenko (1891-1977) El Lissitzky (1890-1941)- Naum Gabo (1890-1977)


Modern mimarlık
Modern mimarlık, 19. yüzyıl'ın Eklektisist mimarlığına karşı çıkan özgün yaratma yanlısı tüm mimari akımların genel adıdır. Eklektisizm'in geçmişten biçim aktarmaları yapan tutumuna karşıt olarak, tüm modern akımlar mimari biçimlerin çağa ve güncel koşullara göre oluştuğu görüşü doğrultusunda çalışmışlarıdr. Kabaca, Art Nouveau'nun ortadan kalkışından , 1910'dan sonra, 1970'lere dek gelişen tüm akımlar Modern Mimarlık kapsamı içinde değerlendirilebiler. Bunlar tasarım anlayışları açısından birbirlerinden çok farklı kutuplarda yer alsalarda temelde tarihten yararlanmayı yadsıyışlarıyla ortaklaşırlar. 1970'lerden bu yana Modern MimarlıkPostmodernizm karşısında sürekli gerileyerek, yerini tarihselci bir akıma terk etmektedir.
Modern mimarlık batı uygarlığının bir ürünüdür. On sekizinci yüzyılın sonlarında, modern çağı ortaya çıkaran demokratik devrim ve endüstri devrimi ile birlikte biçimlenmeye başlamıştır. Bütün dönemlerin mimarlığı gibi modern mimarlıkta, insan yaşamı için özel bir çevre yaratmaya, insanoğlunun düşünce ve eylemlerini, olduğuna inandığı ya da olmasını istediği gibi görselleştirmeye girişmiştir. Ünlü mimar Otto Wagner, 1986'da yayımladığı kitaba verdiği başlıkla, daha sonra tüm sanat biliminin kullanabileceği bir deyimin isim babası olmuştur.
18'inci yüzyılın sonlarında ortaya çıkmaya başlayan demir köprüler Modern mimarinin  ilk otantik örnekleri sayılır. Bina olaraksa,  1851Londra  sergisindeki  Paxton'un Crystal Palace'ına gelinceye kadar tavizsiz bir örnek gösterebilme olanağı yoktur. Yaklaşık olarak 70 bin metre karelik bir alanı kaplayan bu teşhir sergisi, standardize elemanlar halinde demirle camın kaynaştığı ilk önemli fabrikasyon örneğidir. Nitekim böylesine muazzam bir bina 16 hafta içerisinde, o zaman için mucizevi, bugünse şaşırtıcı sayılabilecek bir sürede inşaa edilip bitirilebilmiştir. Crystal Palace'sı çeşitli özellik ve nitelikleriyle, Modern mimarının başlatıcısı ve de eskimez örneklerinden biri olarak değerlendirmek yanlış olmaz.
Modern mimarlık ve Fonksiyonalizm ile eş anlamda kullanılan Modernizm , temel olarak biçimin basitleştilip yalınlaştırılması ve süslemenin mimariden yok edilmesini kendine ilke edinen bir ekoldür.
Öncülüğünü yapan mimarların herbirinin söz konusu ekole  yaklaşımlarında benimsediği farklılıklar daha 20. Yy ın başlarında ortaya çıkmıştır.
Ekol kısa sürede dünyanın pek çok saygın mimar ve eğitimcileri tarafından da benimsenerek popüler hale gelmiştir.
Buna rağmen yy ın ilk yarısında bu akımı temsil eden ancak az sayıda yapının uygulandığı görülmüştür.
Ne var ki ekol, 2. Dünya Savaşı sonrası dönemin ilk 30 yılında gerek kurumsal gerekse ticari amaçlı yapı inşaatında dünyanın en çok tercih edilen bir mimari stili olmuştur.
Pek çok yazara göre Modern Mimarlık, her toplumda Modernite ve Aydınlanma’ya bağlı olarak ortaya çıkan sosyal bir gelişmedir. Onlara göre bu stil belli bir dönemin sosyal ve politik gelişmelerinin doğal bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır.
 Diğer yazarlara göre ise, Modern Mimarlık teknolojik ve mühendislik gelişmelerinin  sonucunda ortaya çıkan sanayi devrimi ile seri üretimi olanaklı hale gelen demir, çelik ve cam gibi yeni malzemelerinin katkısıyla gerçekleştirilen bir stildir.

İngiltere’de bir zamanlar  “karanlık ve şeytani işletmeler” in kentleri olarak tanımlanan Manchester, York Shire vb kentlerin değişen peyzajları, kısa zamanda Kuzey Britanya’nın tümüne egemen olmuştur.
Bu nedenle endüstri mimarlığı bazı yazarlar tarafından, sanayi kentinin olumsuzluklarıyla özdeşleşmiş, sağır, şeffaf ve düz yüzeyli yalın biçimlerin oluşturduğu,  bu nedenle de gerçekte insanlığın ‘soğuk ve acımasız yüzü’ olarak görülmesi gereken  bir mimari ekoldür.
1851 in Büyük Sergi Salonu J. Paxton’un Crystal Palace yapısı demir ve cam karışımı endüstri mimarlığının erken dönem temsilcisiydi.
Bu tarzın en klasik örneklerini kuşkusuz William Le Baron Jenney ve Louis Sullivan’un Chicago’da inşa ettiği gökdelenler oluşturmuştur.
Ayrıca, diğer sanayi ürünü betonun yapılarda mimari ifadenin bir parçası olarak görüldüğü olmuştur..

Neogotik
Neogotik, 19`ncı yüzyılda gelişen bir  ve mimari tarzı. Mimari alanda başlayan üslup, daha sonra edebiyat ve diğer alanlara da yansıdı. Orta Çağ`ın idealleştirildiği   bu tarz, 1830-1900 yılları arasında altın çağını yaşadı.
 Viyana`daki Votiv Kilisesi,,1856-1879:Boms Pfarrkirche Hochaltar, Pfarr Kilisesi , Viyana Belediye binası,
  1883 Münih yeni Belediye binası, 1867-1909 Braunfels Şatosu,  Larnach Şatosu, bu mimari tarzda yapılan eserlerdir.

Neoklasik mimarisi
18. y.y. in ilk yarısından itibaren Avrupa sanatında belirgin bir değişim gözlenir. barok anlayışa ve rokoko sanatın aşırı taşkın süslemeleri ile sembolik tavrına tepki olarak doğan bu sanat anlayışının amacı barok öncesi donemin saf kabul ettikleri sanat anlayışına dönmektir. Antik devir hayranlığının sonucu olarak ortaya çıkmıştır.
Bu akıma mensup sanatçılar için önemli olan çizgi ve form olup renkler ve ışık etkileri bütünüyle bir çizgi ve form bileşkesine bağlıdır. Antik form anlayışı her şeye hakimdir. Neo-klasik anlayışı fransız ihtilali ile çakışan bir ölüde de Napoleon devrinin sanat anlayışı olmuştur.
Antonio Cannova (1757-1822)-Johan Gottfri Schadow (1764-1860)-Jacques Louis David (1748-1825) Jean Pomuste Dominique Ingres (1780-1867)

Osmanlı mimarisi
Osmanlı mimarisi Osmanlı İmparatorluğu’nun beylik olarak kurulup, imparatorluk olarak yayıldığı ve hüküm sürdüğü dönemlerde inşa ettiği veya fikir öncülüğü yaptığı mimari üslupları ve eserleri kapsar. Osmanlı mimarisi kendinden önce gelen Erken dönem Anadolu Türk mimarisi,Selçuklu mimarisi, Bizans mimarisiİran mimarisi ve Memlük mimarisi'nden etkilenmiştir. Osmanlı mimarisinin, Akdeniz  ile Ortadoğu mimari geleneklerinin sentezi olduğunu düşünen mimarlık eleştirmenleri de vardır.
Osmanlı Devleti’nin kuruluş döneminde etkili olan Erken Dönem Mimarisi İznik, Bursa ve Edirne yapıları tarafından temsil edilir.Bunların ilk örnekleri İznik’te bulunur.İkinci payitaht Bursa ise gerek devletin ilk anıtsal taş yapılarını bulundurması  gerekse Erken dönem Mimarisi’ne damgasını vurmuş “Bursa Üslubu“nun doğduğu yer olması nedeniyle büyük bir öneme sahiptir.14.yy.ın ikinci yarısında devletin merkezi olan Edirne ise bir cami ve medreseler kentidir. Erken Dönem Mimarisi özellikle taş işçiliği bakımından Selçuk Sanatı’nın izlerini taşır. Fakat Bu dönem eserlerini Selçuklu Sanatı’nın taklitleri olarak kabul etmemek gerekir: Erken Dönemde klasik anlayışın ve özgün Osmanlı sanatının ilk temelleri atılmış;kubbe geleneği ortaya çıkıp gelişmiştir.
Klasik Dönem Mimarisi ise üç yüzyıllık geniş bir dönemde,imparatorluğun bütününde  etkili olmuş;en parlak örneklerini ise İstanbul’da vermiştir.Bu dönem mimarisinin baş yaratıları,dini ve kamusal yapılardır.Özel mülkiyet anlayışı olmadığından sivil mimariye ait yapılara pek rastlanmaz.Kamusal ve dinsel işleve sahip olmayan ilk ürünler dönemin sonlarında ,batı etkisinin gelişiyle verilmiştir.Bu dönem, Erken Dönemin mirasçısı olarak kubbe geleneğini sürdürmüş,Erken Dönemin sonlarında ortaya çıkan merkezi plan şemasını geliştirerek onu anıtsal ölçülere kavuşturmuştur.Bir çokları Osmanlı Klasik Anlayışının karakteristik özelliği olan ;ana kubbeyi yarım kubbelerle mümkün olduğunca genişletme çabasının Ayasofya’ dan etkilenilmesi sonucu ortaya çıktığını iddia ederler. İmparatorluğun duraklama dönemine girdiği 17.yy. sonlarında ve bunu takip eden gerileme döneminde Osmanlı devlet adamları ve aydınları arasında reform arayışları baş gösterdi; fakat bu arayışlar daha çok Avrupa’nın idari ve kültürel açılardan taklit edilmesi şeklinde gelişti. Mimaride batılı üsluplar benimsenmeye başladı.Böylece 18.yy.dan sonra Klasik dönem eserlerine rastlanmadı,sivil mimari önem kazandı.
Osmanlı sanatı, genel olarak mimari, süsleme ve el sanatları (halı, kilim, minyatür, çini, hat vb) çerçevesinde incelenebilir.
Osmanlı sanatı, büyük ölçüde Anadolu Selçuklu mimarisinin etkisinde kalmıştır. Bu dönem eserleri (cami, medrese, türbe) Bursa, İznik, Edirne ve İstanbul’da yoğunluk kazanmıştır.
Osmanlı mimarisi Osmanlı İmparatorluğu’nun beylik olarak kurulup, imparatorluk olarak yayıldığı ve hüküm sürdüğü dönemlerde inşa ettiği veya fikir öncülüğü yaptığı mimari üslupları ve eserleri kapsar. Osmanlı mimarisi kendinden önce gelen Erken dönem Anadolu Türk mimarisi, Selçuklu mimarisi, Bizans mimarisi, İran mimarisi ve Memlük Mimari’sinden etkilenmiştir. Osmanlı mimarisinin, Akdeniz ile Ortadoğu mimari geleneklerinin sentezi olduğunu düşünen mimarlık eleştirmenleri de vardır.
 Osmanlı camileri, dış kitle ve iç mekan özelliklerine göre: dört bölümde incelenmektedir.

–Tek Kubbeli Camiler (Hacı Özbek Camii, İznik Yeşil Camii)
 – Ters T Planlı Camiler (Hüdavendigar Camii, Yıldırım Camii)
 – Çok Kubbeli Camiler (Bursa Ulu Camii, Edirne Eski Camii)
 – Merkezi Kubbeli Camiler (Edirne Üç Şerefeli Camii,)

Erken dönem mimarisi veya Bursa üslubu (1299-1501)[değiştir | kaynağı değiştir]
Ana madde: Erken dönem Osmanlı mimarisi
Erken dönem mimarisi 1299 yılında Osmanlı Devleti’nin Osman Gazi  tarafından  Söğüt'de Osmanlı'nın tarafından kurulması  ile 1501 yılında Bayezid Camii'nin (1501-1505) inşaatının başlaması  arasındaki dönemi kapsar. Bazı araştırmacılar  ise bu dönemin Edirne'de yer alan Üç Şerefeli Cami inşaatının 1437 yılında tamamlanmasıyla bittiğini kabul ederler.  1437 yılında inşaatı tamamlanan Üçşerefeli Camii hem erken dönemin en önemli yapıtlarından kabul edilmektedir; hem de klasik dönemin özelliklerinden olan iç avluya sahip planlar ve ana kubbe öğelerinin ilk kez uygulandığı bir yapıdır.
Bu döneme ait yapılar ağırlıklı olarak İznik, Bursa ve Edirne şehirlerinde yer aldı. Osmanlı mimarisine ait ilk kayda değer uygulamalar İznik'te inşa edildi. Ancak 1335 ile 1365 yılları arasında başkent olan Bursa'da daha anıtsal uygulamaların gerçekleşmesi nedeniyle bu döneme Bursa üslubu adı da verilir. 1365 ile 1453 yılları arasında devlete başkentlik yapmış olan Edirne'de ise ağırlıklı olarak cami ve medrese inşa edildi. Bizans mimarisi ve Selçuklu mimarisi etkilerini taşısa da bu dönemde klasik döneme dayanak oluşturacak fikirlerin ilk uygulamaları gerçekleşti. Ayrıca Klasik dönemin en önemli mimari kavramlarından birisi olacak kubbe kullanılması pratiği ortaya çıktı.
Ferah ve aydınlık mekânların oluşturulmasına önem verilen bu dönemin başlarında tek kubbeli yapılar inşa edilirken, ilerleyen süreçte çift veya çok kubbeli yapılar da uygulandı. 1333 ile 1334 yıllarında inşa edilen Hacı Özbek Camii Osmanlı mimarlık tarihinde inşa edilmiş ilk cami olarak kabul edilir. İznik'te yer alan bu yapı aynı zamanda tek kubbeli Osmanlı camii türüne de ilk örnektir.  Dönemin kaydadeğer diğer yapılarının başında 1472 yılında inşa edilen Çinili Köşk gelmektedir.  Çinili Köşk Osmanlı mimarisinde daha sonra pek rağbet görmeyecek olan çininin dış kaplama olarak kullanıldığı nadir uygulamalardan biridir.  Erken dönem Osmanlı mimarisine örnek verilebilecek diğer bir uygulama da Osmanlı İmparatorluğu'nun yaklaşık 600 yıllık tarihinin 400 yılı boyunca devletin idare merkezi olarak kullanılan ve Osmanlı Padişahları'nın yaşadığı mekân olan Topkapı Sarayı’dır

Klasik dönem (1501-1703)

1501 ile 1703 yılları arasında hâkim olan Klasik dönemin örnekleri ağırlıklı olarak İstanbul'da yer alır. Özel mülkiyet kavramının olmamasından dolayı sivil mimari örneklerin olmadığı bu dönemde daha çok dinî yapılar ve kamu yapıları inşa edildi. Klasik dönemin mimarlarının genel yaklaşımı yüksek ve görkemli yapılar inşa etmek yönündeydi. Bu sebepten erken dönemde uygulanmaya başlanan kubbeli ve merkezî planlı yapılar, klasik dönemde daha anıtsal ölçeklerde  uygulandı. Bu dönemi etkileyen önemli yapılardan birisi de 537 yılında inşa edilen Ayasofya idi. Ayasofya gibi büyük ana kubbelerin inşa edilebilmesi için yarım kubbelerin kullanılması pratiği de bu dönemde yaygınlaştı. Bu amaçla inşa edilen yapıların başında gelen camilerde ağırlıklı olarak kubbeli ve yan kubbeli örtüler ve tavanı destekleyen filayak destek sistemleri kullanıldı. Malzeme olarak  küfeki taşı ve mermerin sıklıkla kullanıldığı klasik dönem yapılarının tasarımında genelde yukarıdan aşağıya inildikçe genişleyen bir tasarım kompozisyonu hâkim oldu.
Bu dönemin başlamasıyla, Osmanlı İmparatorluğu'ndaki üst sınıf açık ve genel alanları sıklıkla kullanmaya başladı. Geleneksel ve içe dönük toplum değişmeye başladı. Çeşmeler ve Aynalıkavak Kasrı gibi sahil kıyısındaki residanslar yaygınlaştı.  Bir su kanalı (diğer adı Cetvel-i Sim) piknik alanı, Kâğıthane dinlenme alanı olarak tesis edildi. Lâle devrinin Patrona Halil isyanı ile son bulmasına rağmen, batılılaşma davranışının bir modeli oldu. 1720-1890 yılları arasında Osmanlı mimarisi klasik dönem prensiplerinden saptı. I. Mahmut'un saltanatının sürdüğü dönemde (1730-1754) Barok stili camilerin inşasına başlandı.
Bu dönemin yapıları içinde dairesel, dalgalı ve kıvrımlı hatlar ağır basmaktadır. Barok mimarisinde ışık ve iç hacim önemli olduğu gibi burada da etkilidir.Bunun büyük örnekleri Nuru osmaniye Camii, Ayazma Camii, Zeynep Sultan Camii, Laleli Camii, Fatih Türbesi, Laleli Çukurçeşme Hanı, Birgi Çakırağa KonağıAynalıkavak  Kasrı ve Selimiye Kışlası dır. Mehmed Tahir Ağa zamanın en önemli mimarıdır.
Nusretiye Camii, Ortaköy Camii, Sultan Mahmut Türbesi, Mevlevi Dervişleri'nin  Galata Locası, Dolmabahçe Sarayı,Beylerbeyi Sarayı, Sadullah Paşa YalısıKuleli Kışlası batılılaşma uygulamalarıyla parelel bir şekilde yürüyen en önemli örneklerdir. Balyan Ailesi döneme damgasını vurmuştur.
Pertevniyal Valide Sultan Camii, Şeyh Zafir Binalar Grubu, Haydarpaşa Eczacılık Okulu, Düyun-u Umumiye Binası,Büyük Postane, Laleli Harikzedegan Apartmanları  eklektisizm stilinin hâkim olduğu dönemin en önemli yapılarındandır. Raimondo D'Aronco, Alexandre Vallaury zamanın önde gelen mimarlarıdır.

Romanesk mimarisi
olan kilise ve manastırlar, halk tarafından savaş zamanlarında sığınak olarak kullanılıyordu. Bu sebeple, güvenliği sağlamak amacıyla bu dönemde kilise ve manastırların duvarları kalın, uzun ve penceresiz yapılmıştır. Romanesk yapılara "kaba" denmesinin sebebi budur. Güvenlik için bir başka girişimse; ağaçla kapatılan kilise tavanlarının yerini tonoz almasıdır. Tonozun ağırlığını taşımak içinse köprü şeklinde kemerler kullanılmış, ama ayakların bu ağırlığı taşıyacak kadar kuvvetli olmaması nedeniyle kemerlere kaburga atılmış ve ortaya çıkan boşluk daha hafif şeylerle doldurulmuştur.

Romanesk sanat deyince ilk akla gelen, Ortaçağ’ın büyük manastır yapılarıdır. Bunlar, yalnız dinsel değil, sosyal ve kültürel etkinlikleri de içeren yapı kompleksleridir. Romanesk kiliseler ise kalın taş duvarları, masif kuleleri ve heybetli görünümleriyle kimi zaman bir şatoyu anımsatırlar. Romanesk mimarlık üslubuna Avrupa’nın değişik yörelerinde rastlanır. Ama en tipik ve anıtsal örnekler daha çok Almanya, Fransa ve İngiltere’de toplanmıştır.
Romanesk mimarinin en yaygın formu, çok nefli ve transeptli bazilikal formdur. Bu üsluptaki kiliselerde orta nef ile yan neflerin bağlantısı, 11. yüzyılda yapımına başlanan Speyer Katedrali’nde olduğu gibi masif ayaklara dayanan yuvarlak kemerlerle sağlanmıştır. Roma yapılarından alınan yarım daire biçimli yuvarlak kemer, Romanesk mimarinin en belirgin özelliklerinden biridir. Bu dönemde yapıların örtü biçimleri de değişmiştir. Erken dönemlerde kullanılan ahşap kirişli çatılar bu dönemde de kullanılmakla birlikte artık esas örtü biçimi, “tonoz” olmuştur.  Yuvarlak kemerlerle dörtgen bölümlerin oluşturulduğu neflerin üzerini dilimli kubbeleri andıran çapraz tonozlar örtmektedir.

Uluslar Arası Uslüp Mimarisi

Uluslararası Üslup ya da Uluslararası Modernizm 1920’lerde bir şekilde bürünüp 1950’lere kadar hükmünü sürdüren 20.yy. ortası Batı mimarisine egemen üsluptu. Düzgün hatlar, düz çatılar, açık iç mekânlar, süssüz işlemeler ve yeni malzeme ve teknolojinin benimsenmesiyle ayırt edilen bir üslubun iki tipik tasarımı vardı:
 Le Corbusier’in 1920’lerin ışık saçan beyaz beton evleri

Mies van der Rohe’nin 1940’larla 1950’lerin cam gökdelenleri
Uluslararası Üslup, Avrupa ve ABD’de kişisel ilgilerin dikkat çekici bir buluşmasını temsil eder. Louis Sullivan, Chicago Okulu, Frank Lloyd Wrght ve Prairie Okulu’yla  Sanatlar ve Zanaatlar hareketi gibi etkilere yaslanan çeşitli Avrupalı avangart  sanatçılar, modern hayata uygun gördükleri benzer bir üslup geliştirmeye başlamışlardı: yeni mimari formlar aramaları yeni toplumsal formlara duydukları ilgiyle bağlantılıydı. Genel hatlarıyla, görüşlerinde sosyalist, amaçlarında  ütopyacıydılar. Pek çoğu kendi ülkelerindeki Deutscher Werkbund, De Stijil, Der Ring, Bauhaus, Pürizm, Arbeitsrat für Knust, Gruppo 7 ve M.I.A.R. türünden ilerici hareketlere yakındı. Uluslararası Üslup’un odağında bazen üçlü diye anılan üç mimar duruyordu:
 Walter Gropius (1883-1969)

Le Corbusier (1887-1965)
Ludwig Mies van der Rohe (1886-1969)
1910 dolaylarında bu üç mimar da tesadüf eseri Peter Bahrens’in (1868-1940) Berlin’deki bürosunda çalışmaktaydılar. Bahrens endüstri ile sanatlar arasındaki ilişkiye büyük ilgi duyuyordu ve cam çelik kombinasyonuyla AEG için yaptığı türbin salonu, kendisinden sonraki mimarların referans alacakları önemli bir örnekti.
 Yaklaşık aynı dönemde Çekoslavakya doğumlu mimar Adolf Loos (1870-1933) yeni ve çarpıcı hatlarıyla özel konutlar inşa etmekteydi. Loos 3 yılını Chicago’da Louis Sullivan’la, onun süsleme düşmanlığını da bir ölçüde özümseyerek geçirmişti ve bunu 1908 tarihli önemli denemesi “Süsleme ve Suç”ta açıkça dile getiriyordu. Viyana’da yaptığı ve betonarme kullanılan ilk konutlardan biri olan Steiner House (1910) ise sade, arılaştırılmış bir üslupla inşa edilmişti ve başkalarınca   çabuk benimsenecekti.
 Gropius 1920’li yıllarda anahtar bir rol oynamıştı. İkisi de Adolf Mayer ile işbirliği yapış olan Fagus ayakkabı fabrikası (1911) ve Bauhaus Binası (1926) bunlara örnektir:
 Bu yapıların özellikleri sonraki mimarlarca da çokça taklit edilmişti. Gropius’un yayınları ve ilk önce Bauhaus’ta , daha sonra ABD’de Harvard Üniversitesi’nde verdiği dersleri de farklı açılardan aynı derecede etkili olacaktı.
 Aynı zamanda Paris’te Le Corbusier, ilkin Pürist resimleriyle geliştirdiği makine estetiğini mimariyi ve uygulamalı sanatları içine alacak şekilde genişletmişti. Bir uygulamacı olmanın yanı sıra teorisyen de olan Le Corbusier’nin modern hareket üzerindeki etkisini pekiştiren iki çığır açıcı metni vardı:
 Beş Maddeyle Yeni Bir Mimari” (1926)

“Ev içinde yaşanacak bir makinedir” saptamasında bulunduğu Toward a New Architecture (1923)
Le Corbusier iki çalışmasında da ferahlığı, bol hava ve aydınlığı, akılcı, esnek tasarımları vurguluyordu.
 Le Corbusier’nin eserlerlerinin iki ünlü örneği Poissy’deki Villa Savoy ( 1929-1931) ile 1925 Paris sergisinde (Art Deco’ya adını veren sergi) yer verilen “Exposition International des Décoratifs et Industrels Modernes”te Pavillon de L’Esprit Nouveau’dur. Keza bu, Le Corbusier’in en radikal düşüncelerini uyguladığı kent planlaması alanına giriyordu. Ünlü Plan Voisin’i (1924-25) de Monmartre ile Seine arasında, onsekiz dev gökdelen inşa etmek üzere Paris’in kocaman bir bölgesinin yıkılmasını içermekteydi.
 Le Corbusier Haziran 1928’de İsviçre, La Sarraz’da tartışma ve politika belirleme amacıyla dünya çapındaki modernist mimarları buluşturan bir forum olan CIAM kuruluşuyla da ilgilenmişti. Düzenli olarak toplanan bu forum, Uluslararası Üslup’un yükselmesi ve yayılmasına ölçülemeyen katkılarda bulunmuştu. 1959’da son toplantısını yaptığında 30’u aşkın ülkede kendisine yakın grup ve 3 bin civarında üyesi bulunuyordu. Düşük maliyetli toplumsal konutlar, toprak ve malzemelerin etkin kullanımı ve asgari hayat standartları melerinde odaklanan ilk aşamada (1928-1933 civarı) tartışmalara Alman mimarlar damgasını vurmuştu. 1933 Atina Bildirgesi’nden sonraysa vurgu, Le Corbusier’in örgüt içindeki etkisinin büyümesiyle birlikte, kent planlamasına kayacaktı. Bunun nihai ürünü, Brezilya’nın yeni idari başkenti Brasilia’daki, Oscar Niemeyer’in ana binalarının yanı sıra Lucia Costa’nın (1902-1998) planıyla dikkatleri üstüne çeken kent planlamasıydı (1956).
 1920’lerin sonlarıyla 1930’lara gelindiğinde, Stuttgart’taki 1927 Deutscher Werkburg sergisinde topluca görülen ve 1928’den sonra CIAM’ın öne çıkardığı bina tipi bütün Avrupa ve ABD de hızla yayılmaya başlamıştı. Finli mimar Alvar Aalto’nun (1898-1976) Belediye kütüphanesi Viipuri (1930-35) bu üslubun kuzeye doğru genişlemesini yansıtırken, İtalyan Giuseppe Terragni’nin Casa del Fascio’su (1923-36) Uluslararası Üslup’un sosyalizmle sınırlı kalmayacağını göstermekteydi.
 İngiltere’deki modernist binaları tasarlayan göçmenlerin en etkilisi de onun Tecton firmasının (1932-48) Londra, Highgate Highpoint ’den ( 1935) sorumlu olduğu Rus mimar Berthol Lubetkin’di (1901-1990).
 New York’taki Modern Sanat müzesinde (MoMa) açılan “Modern Mimari: Uluslararası Sergi” başlığını taşıyan 1932 sergisi bu üslubun tarihinde kilit bir dönemeci temsil ediyordu. Bu sergiyle beraber çıkarılan The International Style: Architecture since 1922’nin yazarları Philip Johnson (1906-) ile Henry-Russell Hitchcock’un (1903-1987) verdikleri bir isimdi.
 Johnson ve Hitchcock, ütopyacı sosyalist arka planından ziyade Avrupa modernizminin bakışı ve dilini tanıtmaya eğilmişler ve bu amaçla, tarihselci, eklektizmin yadsınmasına, ana yapılar için tuğla ve taş yerine topluca üretilen çelik ve betonun kullanılmasına, camın kılıf örten, serbest bir plan olarak uygulanmasına ve kütleden ziyade hacmi öne çıkaran mimari anlayışı’na odaklanmışlardı. Saflık ve disiplin, onların hayranlık duydukları özelliklerdi ve “daha az daha çoktur” düsturuna ulaşmışlardı.

ABD zaten birkaç modernist binasıyla övünmekteydi. Viyanalı göçmenler Rudolph M.Schindler (1887-1953) ve Richard Neutra (1892-1970), Schindler’in Newport Beach’deki Lovell Beach Haus’u ( 1925-26) ve Neutra’nın Los Angeles, Griffth Park’taki Lovell Healthe House’undan (1927-29) görüleceği üzere Adolf Loose ve Frank Lloyd Wright’tan etkilenmişlerdi.
 Ancak, Uluslararası Üslup’un  kısmen avangart mimarların, birbirlerine düşman milliyetçi hükümetlerin baskısı sonucu- Avrupa’dan, özellikle Almanya ve İtalya’dan çıkışının etkisiyle ABD’de gerçekten tutunması da MoMa sergisini takiben bu onyılda gerçekleşecekti. Gropius, Marcel Breuer (1902-81) ve Martin Wagner (1885-1957) Harvard’da öğetim üyeliğine getirilirken Mies van der Rohe de ders vermeye Chicago’ya gitmişti.
 Adı çok geçmeden uluslararası modernizmle beraber anılacak Mies van der Rohe, Uluslararası Üslup’u uyarlamış, düzenlemiş ve özgün, işlenmiş ve geometrik özelliklerine kavuşturmuştur. Erken dönem Avrupa modernizminin birbirine kenetli uzamları ve asimetrisinin yerine koyu, göz alıcı simetriyi getiren Rohe, bir ızgaraya dayalı metal çerçeveli cam kutuya kendini gösteren “Mies formülü”ne ulaşmıştı. Onu alçak yatay binalarının ilk örnekleri Illionis Teknoloji Enstitüsü’nün (1940-1956) kampüsü ve binaları ile Illinois, Plano’daki Farnsworth House’tur (1946-1950).
 Chicago’da yaptığı Lake Shore Drive Apartmans’ta da (1948) çelik ve cam kule bloklarını ikamete uyarlamış ve sonraki on yılda herhalde en etkileyici eseri olan New York’taki Seagram Building’i (1955-1958) Johnson’la birlikte yapmıştı. O dönemde Mies van der Rohe, ABD’nin en önemli mimarıydı ve haklı olarak Sullivan’la Chicago Okulu’nun mirasçısı kabul ediliyordu.
 Mies’in cam kutusu Uluslararası Üslup’un son sözü sayılabilirdi, ancak mimarlar bu genel tasarım üzerine kişisel varyasyonlarını geliştirmeye devam ediyorlardı. Dikkat çekici örnekler arasında Johnson’ın şeffaf Glass House’u (1949) ve Finli mimar Eliel Saarinen (1873-1950) ve oğlu tarafından tasarlanmış Michigan, Waren’deki General Motors Technical Center’ı (1948-1956), Gio Ponti (1891-1979) ve diğerlerinin Milano’daki Pirelli Binası (1956) bükümlü “cam kutu” tarzının çarpıcı bir örneğidir.
 Ancak 1950’lerin sonlarında Uluslararası Üslup çeşitli saldırılara maruz kalacaktı. Bunun kökeni kısmen kendi ve 1956’daki 10. CIAM kongresinde ciddi bir çekişme söz konusuydu. Team X adını almış ve pek çoğu Yeni Brutalizm ile birlikte anılacak bir grup genç radikal mimar, CIAM’ın benimsediği türde modernizmi, mekanik düzen anlayışlarına başkaldırıp, yer ve insani duygusal ihtiyaçlar gibi sorunları dikkate almamakla suçluyordu. Üç yıl sonra CIAM resmen dağıldı.
 Eski mimarların pek çoğu minimalist üsluba soğuk bakmaktaydılar. 1940’ların sonlarından beri Le Corbusier, ilk dönemdeki presisyonist üslubundan hem anlatımcı hem fantastik nitelikteki anti- rasyonalist mimariye kaymıştı. Bunun örneği, tepeye doğru kıvrılan kahverengi betondan ve siloyu andıran kulesiyle Ronchamp’taki hac Şapeli’ydi (1950-54).
 Philip Johnson’un daha sonra 1966’daki bir röportajında belirteceği gibi:
 "Modern denen mimarimiz çok eski, donuk ve düzdü. Frank Lloyd Wright onu “tahta göğüslü” diye adlandırıyordu."

Johnson ve diğerleri, cam kutunun saflığı ve sertliğine humorla ve tarihsel referanslarla tepki göstermişlerdi. Johnson’un New York’ta tasarladığı, Chippendale kütüphanesini andıran alınlığıyla göze çarpan cam gökdelen olan AT&T şirket merkezi (1978-84) bugün bile Postmodernizmin ilk şaheserlerinden sayılmaktadır.



IŞIL TUANA     -      M.KEMAL BEKTAŞ
Melike Varakçılık

 

* Bizi Takip Edin

Son Mesajlar

Çalışma arkadaşları arıyoruz. Gönderen: Yunus.teze
[Dün, 22:43:50]


cmbzrqjy Gönderen: metformin 100 mg
[Dün, 19:31:55]


ÇALİŞMA ARKADAŞLARI Gönderen: zeki0669
[17 Nisan 2024, 19:26:12]


Top-notch Ğ¡asual Dating - Legitimate Girls Gönderen: zgtasoluk
[17 Nisan 2024, 06:48:19]


Premier Ğ¡asual Dating - Verified Maidens Gönderen: Dursunfurkan
[16 Nisan 2024, 19:27:44]


RESTORATÖR ANKARA (7 YIL DENEYİM) Gönderen: Mehmet Güngör
[16 Nisan 2024, 18:54:22]

SimplePortal 2.3.7 © 2008-2024, SimplePortal